Archive for Temmuz, 2013


 

 

 

Niccolo Machıavelli’den Muhteşem Lorenzo De Medıcı’ye

Makyaveli burada, insanların en değerli şeylerini prenslere sunduklarını, kendisinin de bu eseri sunduğundan bahseder.

 

Prenslik biçimleri ve Bunları Ele Geçirme Hakkında

İnsanların üstünde bir otoriteye sahip olmuş tüm imparatorluklar ya cumhuriyet ya da prensliklerdir.

Prenslikler ya miras yoluyla ya da savaş yoluyla elde edilir.

 

Soydan Gelme { Veraset Yoluyla } Prenslikler Hakkında

Herşeyden evvel, mirasa ve kan bağına dayanan devletlerde, iktidar ve gücü koruma bakımından yeni ele geçirilimiş devletlerinkine oranla çok daha az zorluklar olduğu söylenebilir, çünkü ortada kurulmuş ve süregelen bir düzen mevcuttur. 

 

Karma Prenslik Hakkında

Halkın desteği olmadan o ülkeyi işgal edemezsin, yapsan da kalıcı olmaz, tarih bunun örnekleriyle doludur.

 

Bir ülkeyi ikinci defa işgal etmek daha kolaydır, çünkü eski isyancıların kim olduğunu bilirsin.

 

Bir yeri ele geçirip orayı elinde tutmak istiyorsan iki şeye dikkat etmelisin:

–Eski Hükümdarın soyunu kurutmak

–Yasalara ve vergi düzenine dokunmamak

 

Farklı dil ve geleneklere sahip bölgelerin işgali durumunda işin zordur, kolaylaştırmak için Fatihin o bölgeye yerleşmesi en etkili çözümdür. Bkz: Türkler

 

Alternatif olarak o bölgeye bir iki koloni kurulabilir.

 

Komşu ülkelere karşı da güçlü olunması lazımdır ki halk onlardan yardım talep edemesin.

 

Prenslik içindeki sorunlar ivedilikle çözülmeli, durumun kangren olması beklenmemeli: zaman kazanmak, her şeyi kazanmaktır.

 

“ele geçirme isteği” gerçekten de doğal ve olağan bir şeydir, bunu becerebilenler övülür; amma ve lakin gücü yetmediği halde, ne pahasına olursa olsun yola çıkanlar hata ederler ve kınanmak durumunda kalırlar.

 

Bir savaşın çıkmaması için bir karışıklığın çıkmasına asla izin verilmemelidir; çünkü bu savaşı aleyhe tehir etmekten başka bir şey değildir.

 

Bir başkasının güçlenmesine yol açan kendi sonunu hazırlar.

 

İskender’in Ele Geçirdiği Dara Ülkesinin Onun Ölümünden Sonra Haleflerine Niçin Başkaldırmadığı Hakkında

İki çeşit yönetme mevcuttur:

 

–Prensin ‘bakan’ yaparak ödüllendirdiği  emir kulları yardımıyla yönetimi

–Prensin ödüllendirmesi sonucu değil, kan bağı hasebiyle baron olanlarla birlikte yönetim

 

İkincisine en güzel örnek Türkler; birincisine ise Fransadır.

Türk devletini ele geçirmek zor ama idare etmek kolaydır, içte kurulu düzgün bir sistem mevcuttur, padişahın kullarını satın alamazsın, birliktirler, ancak soyunu kurutursan çözebilirsin, çünkü tahtta tek kişi vardır.

 

Fransa’da ise tam aksidir, bir sürü baron mevcuttur, susmazlar, taht iddiaları her daim vardır, soylarını kurutmak mümkün değildir, böylece ülke elden gider.

 

Fethedilmeden Evvel Kendi Yasalarına Göre Yaşamış Olan Kentlerin ve Prensliklerin Nasıl Yönetilmesi Gerektiği Hakkında

Üç yolu mevcuttur:

— Yıkmak

— Payitahtı oraya kaydırmak

–İç düzeni devam ettirip yeni bir hükümet kurmak

 

 

Silah Zoruyla Ya Da Beceri ve Yetenekle Ele Geçirilen Yeni Prenslikler Hakkında

İnsanlar hep başkalarının  açtıkları yoldan giderler, başında yeni prensin bulunduğu yeni bir prensliğe hakim olabilmek beceri ve fırsat işidir.

Fırsat, becerikli insanlara verilir, Hz. Musa, Romulus, Keyhüsrev gibi..

Keyhüsrev Persleri, Medlerin boyunduruğunda bulup kurtarmasaydı, Keyhüsrev olamazdı.

 

Erdemleri ve becerileriyle prens olanlar, prensliğe zorlukla ulaşırlar, ama rahat idare ederler.

 

Yeni kurum ve düzen getirmek çok tehlikelidir.

 

Yabancı Silah Gücüyle Ve Şansın Yardımıyla Ele Geçirilen Prenslikler Hakkında

‘Özel kişi’ yani seçilmiş kişi durumundayken sadece şansın desteğiyle prens olanların, yerlerini korumaları için çok çaba harcamaları gerekir.

 

Dükler kendi silahlı birliklerini kurarak güç elde etmelidirler.

 

İnsanlar ya korku ya da kin ve nefret sebebiyle birbirlerine zarar verirler.

 

Alçakça ve Kıyıcılıkla Prens Olanlar Hakkında

Yurttaşları öldürerek, dostlara ihanet ederek, inançsız, acımasız olarak da güç kazanılabilir ama şan kazanılmaz.

 

Bir kerede ve kendini güvenceye almak amacıyla yapılan ve yinelenmeyip ilk fırsatta halkın yararına dönüştürülen zulüm ve acımasızlık iyi uygulama olabilir; başlangıçta az olup zamanla artan zulüm ise kötü uygulamadır.

 

Bir prens halkıyla kötü ya da iyi bir olayın etkileyip değiştiremeyeceği biçimde yaşamalıdır, çünkü zor günler geldiğinde kötülük yapmak lüzum olursa buna vakit bulamayabilir, yaptığı iyilik de işe yaramaz, çünkü mecburen yaptığı düşünülür ve kimse hükümdara minnettar olmaz.

 

 

‘Özel Kişi’nin Prens Olması Hakkında

 

Sivil prenslik de denir, yurttaşların desteğiyle iktidar elde etme biçimidir.

 

Prenslik konumuna ya halkın ya da büyüklerin desteğiyle gelinir.

 

Prenslik, taraflardan kimin eline imkan ve fırsat geçtiğine bağlı olarak kurulur.

 

Büyükler halka karşı koymadıklarını gördüklerinde aralarından birini seçer ve onu prens ilan ederler.

 

Halk da büyüklere karşı koyamayacağını gördüğünde kendini koruması için içlerinde birini seçer ve prens yapar.

 

Halkın desteğini alan daha şanslıdır, çünkü halkın desteğini kazanmak kolaydır amma ve lakin ‘büyük’lerinkini zor.

 

Özünde bilge bir hükümdar, halkını kendisine durmaksızın bağlı tutabilmek için, halkı kendine muhtaç vaziyette tutmalıdır.

 

Her Bir Prensliğin Gücünün Nasıl Olabileceği Hakkında

Bir prens gerektiğinde kendini savunacak yeterli güce sahip midir ?? yoksa başkalarına mı muhtaçtır ??

 

Bu durum ikiye ayrılır,

— kendi para ve nüfuzuyla ordu kuranlar

— tek başlarına kendini savunabilenler

 

Temel nokta, sevilen bir prense saldırmak zordur.

 

İnsanları yapısı, hem gördükler hem de yaptıkları iyilikler nedeniyle bir başkasına bağlanmayı gerektirir. Akıllı bir prens yiyecek ve cephane barındırmayı ilke edinmeli asla başkalarına muhtaç olmamalıdır.

 

 

Dini Kişilerin Prensliği { Kilise Devletleri } Hakkında

 

Ele geçirilmeden evvelki süreçte zorluklar mevcuttur; ya erdem ya da talihle ele geçirilirler  ama sonra her ikisi de olmaksızın korunurlar, çünkü kadim din kurumlarına dayalı oturmuş bir sistemleri vardır.

 

 Milis Türleri ve Paralı Ordular Hakkında

Bir devletin sağlam temellerini iyi yasalar ve iyi bir ordu oluşturur; iyi orduların olmadığı yerde iyi yasalar da olmaz.

 

Paralı ve yardımcı ordular bir halta yaramaz ve çok tehlike arzederler.

 

Prensleri barış zamanında paralı askerler, savaş zamanında da düşmanları soyar.

 

Her prens savaşa bizzat katılmalıdır.

 

Yardımcı Ordu, Karma Ordu ve Prensin Kendi Orduları Hakkında

 

Faydasız orduların ikincisi de yardımcı ordulardır, yardımcı ordu, yardımına başvurduğun ikinci güçlü bir kişi tarafından gönderilen, seni savunmak için gelen bir ordudur.

 

Savaşı kazanırlarsa köle durumuna düşersin, kaybederlerse zaten bitmişsindir.

 

Karma ordular { paralı + kendi } diğer ikisinden daha iyidir.

 

Bir prenslikte kötülüklerin doğduğunu ivedilikle göremeyen biri gerçekten yeterince akıllı ve bilge değildir.

 

Hiçbirşey gücünü kendinden almayan bir iktidarın saygınlığı kadar değişken ve geçici değildir.

 

Prensin Orduyla İlgili Görevleri Hakkında

 

Bir prensin tek amacı savaş sanatı olmalı, bundan başka düşüncesi olmamalıdır.

 

Silahları değil de kişisel zevklerini düşünen prensler devletlerini kaybetmeye mahkumdur.

 

Prens savaşı her daim düşünmelidir; hem eylemleriyle hem aklıyla:

— Eylemleriyle – ava çıkarak, arazisini tanıyarak

–Aklıyla – tarih okuyarak.

 

İnsanların  ve Özellikle Prenslerin Övüldükleri ve Suçlandıkları Özellikleri Hakkında

 

Gücünü korumak isteyen iyi olmamayı öğrenmeli; zorluklar karşısında iyiliği de kötülüğü de denemelidir.

 

Her konuda iyi olmaya çalışan biri, iyi olmayan pek çok kişi arasında yok olmaktan kurtulamaz.

 

Bir prens en azından devletini kaybetmesine neden olabilecek utanç verici hatalar yapmayacak kadar basiretli olmak zorundadır.

 

 Cimrilik ve Tutumluluk Hakkında

 

Cömertlik, senin adını çıkartacak kadar ileri gidecek olursa zararlıdır, çünkü cömertlik ölçülü uygulanırsa kimse bunu fark edemez, prensin adı cimriye çıkar, bundan ötürü prens cömertliğine mutlaka gösteriş katmalıdır.

 

Zamanımızda büyük işleri yalnızca ‘cimri’ olarak bilinen prenslerin yaptığını görürüz.

 

Kendini savunmak için halkını soymak zorunda kalmaktan ve adı ‘eli sıkı’ya çıkmasın diye yoksul ve aşağılanacak duruma düşmekten korkan bir prens ‘cimri’ sıfatıyla anılmaktan çekinmemelidir.

 

Cömertlik kadar kendini çabuk tüketen başka bir şey yoktur.

 

 

Merhametlilik ve Acımasızlık Hakkında, Sevilmek mi Korkulmak mı Daha İyidir ??

 

Tüm prensler acımasız değil de merhametli olarak ünlenmelidir; ama bir prens bu merhameti kötüye kullanmaktan kaçınmak zorundadır.

 

Bir prens eğer halkın birliğini sağlayıp, onu itaatkar kılmak istiyorsa zalimlikle aldırmamalıdır.

 

Prensi hem kendini sevdirmeli hem de korkutmalı, korkutmalı çünkü insan kaypaktır.

 

Zalim olmalı ama korkuturken nefret kazanmaktan uzak durmalıdır.

 

Prensler Verdikleri Sözlere Nereye Kadar Bağlı Kalmalıdır ??

 

Söze bağlı kalmanın övülecek bir şey olduğu herkesçe bilinir lakin aksi şekilde davranıp büyük işler başaranlar vardır.

 

İki çeşit müdahale mevcuttur bu konuda,

— yasalarla

— zor ve şiddetle

Birincisini kâfi gelmediği durumda ikincisine başvurulmalıdır.

 

Prens zarar göreceğini düşündüğünde sözünden dönmelidir.

 

Prens dindar ve insancıl geçinmelidir.

 

İnsanlar genel olarak sonuca bakarlar yola değil,  zafer kazandığında ve koruduğunda sıradan halk kendini buna kaptırır. Zafer zafer ve zafer.

 

Aşağılanmaktan ve Nefret Edilmekten Kaçınma

 

Bir takım şeyler vardır ki nefrete sebebiyet verir, prens bunlardan kaçınmalıdır.

 

Prensin öyle bir itibarı olmalıdır ki; kimse onu kandırmayı ya da aldatmayı düşünmemelidir.

Onun kusursuz olduğunu düşünüp saygı göstermelidir.

 

Bir hükümdar iki şeyden korkmalıdır:

 

— kendi uyruğunun oluşturduğu tehlikeler

— yabancı iktidar sahiplerinin oluşturduğu tehlikeler

Yabancıya karşı; iyi ordu, iyi dost kazanmalıdır. Dışarıda işler iyi gittikçe içerde de iyi gider çünkü dışarıdan fesat karıştırma ihtimalleri kalkar, bunun dışında içte bir de darbe tehlikesi vardır, bunun için de halkın memnuniyetini sağlamak için çalışmak gerekir.

Prens nefret ve kine yol açacak işleri başkasına yüklemelidir.

 

Ölümden korkmayan herkes prensi öldürmeye kalkabilir, buna mahal vermeyecek biçimde davranmalıdır.

 

 

    Kalelerin İnşası ve Prenslerin Her Gün Başvurduğu Önlemler Yararlı mı Yoksa Zararlı mıdır ??

 

Prensler kendi güvenliklerini sağlamak için çeşitli etkinliklerde bulunur; kaleler yaptırmak, yıktırmak, uyruklarını silahsızlandırmak gibi…

 

Yeni  bir prensliğin uyruklarını silahsızlandırması saçmadır, tam aksini yapmalıdır.

 

Yeni bir devleti, kendi devletine bağladığında onu silahsızlandırmalısın ama asla fesatla o bölgeyi bölmemelisin.

 

Kuşkusuz prensler, yollarına konmuş zorlukları ve direnişleri yendiklerinde yücelirler.

 

Bir devletin sınırları içindeki halkın çoğunluğunun yardımıyla o devleti ele geçiren prens, neden halkın onun tarafını tuttuğunu gözden geçirmelidir; eski yönetimden memnuniyetsizlik mi, prense karşı sevgi mi ??

 

Kale yaptırmak zamanına göre zararlı ya da faydalı olabilir, durumun şartları iyi değerlendirilmelidir.

 

Halkın nefretini kazanmamak en iyi kaledir.

 

Bir Prens İtibar Kazanmak İçin Ne Yapmalıdır ??

 

Büyük işlere girişmek ve nadir görülen örnek davranışlar göstermek prestij kazandırır daima.

 

Tarafsız davranmaktansa birinin dostu ya da düşmanı gibi davranmak saygınlık getirir.

 

Dostun yanında savaşa girmeni ister, düşmanınsa tarafsız kalmanı söyler.

 

Bir prens başkasına saldırmak için, asla kendinden daha güçlü birinden yardım istememelidir.

 

Devletin içindeki uzaman kişileri ödüllendirmeli, hoş tutmalıdır.

 

 

Prensin Bakanları Hakkında

Bir senyörün zihin yapısı çevresindekilere bakılarak anlaşılır.

 

 

Makyavel der ki; insanlar iç çeşit zekaya sahiptir:

Biri kendiliğinden anlar, biri başkalarının kendisine anlattıklarını anlar, biri de hiçbir şey anlamaz.

 

Prens bakanı zengin etmeli, hoş tutmalıdır, namuslu olması için bunlar şarttır. Böylece bakan prenssiz yapamayacağını görür.

 

Dalkavukluktan Nasıl Kaçılacağı Hakkında

 

Dalkavuklara dikkat edilmeli, çok konuşma hakkı verilirse saygınlığını yitirir, buna mahal vermemek için kendisi istediği zaman doğruyu söyleyen danışmanlar bulmalıdır.

 

Prens mutlaka insanlara fikir danışmalı ama bunu sadece istediği zaman yapmalı, asla onların istediği zamana bırakmamalıdır.

 

 

İtalyadaki Prensler Devleti Neden Kaybetti ??

 

Şimdiye kadar anlatılan ilkeler uygulanırsa, yeni bir prensi eski bir hükümdarmış gibi gösterir.

 

Yeni bir prenslik kurup; iyi yasalar, iyi ordu ve örnek davranışlarla yöneten prens şanına şan katar.

 

Prens olarak doğup da akıllı ve sağduyusunun kıtlığından ötürü kaybeden prensin utancı iki kattır.

 

İnsanla İlgili İşlerde ‘Fortuna’*nın Rolü Nedir ?? Ve Buna Nasıl Karşı Çıkılır ??

*Fortuna burada kaderi temsil eder.

İnsanların çoğu kendini fortunaya teslim etmiştir, lakin Makyaveliye göre bu oran yarı yarıyadır, yarısı fortuna yarısı insanın kendi iradesi.

 

Her şeyi şansa bırakan prens şans kötüye dönünce devrilir lakin, davranışlarını zamanın niteliklerine göre ayarlayan ayakta kalır.

 

Gözükara olmayı akıllı ve sağduyulu olmaya tercih etmelidir, çünkü fortuna bir kadındır, ona egemen olmak için onu dövmek ve dürtmek şarttır, soğukkanlı olana değil sert olana teslim olur kadın, bundan ötürü gençler hep kazanır çünkü gözükaradırlar.

 

İtalyayı almaya ve Barbarların Elinden Kurtarmaya Davet

 

 Makyaveli bu kısımda açık bir davet sunmaktadır.

Modern Anayasalar İncelemesi

 

 

 

 

Anayasa Nedir ??

 

Dünyanın bir çok ülkesinde hükümet sistemi bu hukuksal ve hukuksal olmayan kuralların karışımından oluşmaktadır ve bu kurallar topluluğundan da anayasa olarak söz edilebilir. Gerçekten İngiliz ve Britanya anayasasından söz ettiğimizde kelimenin tek olası anlamı bu olmasa da barındırdığı alışılageliş anlamı budur. Britanya anayasası Britanya’da hükümeti yöneten hukuksal ve hukuksal olmayan kurallar topluluğundan oluşmaktadır.

 

Britanya dışında dünyanın hemen hemen her ülkesinde anayasa kelimesi bundan daha dar anlamda kullanılmaktadır. Anayasa hukuki ve hukuki olmayan tüm kuralların bir bütünü değil bunlardan seçilmiş ve  genellikle bir ve birbiriyle ilişkili birkaç belgede toplanmış kurallar bütünü olarak tanımlanmaktadır.

 

Hükümetle ilgili temel ilklerin bu biçimde seçimi veya toplanması Amerikan ve Fransız devrimlerine dek anayasa olarak adlandırılmıştır. 1787 yılında Amerikalılar şöyle demekteydi: biz birleşik devletlerin halkı olarak bu anayasayı Amerika Birleşik Devletleri için kabul ve ilan ediyoruz. Bu tarihten itibaren hükümetlerin örgütlenmesi hususunda temel ilkeleri barındıran bir belgeye sahiplik uygulaması iyice yerleşti ve anayasada anlamını buldu.

 

 

Anayasalar Nasıl Sınıflandırılabilir ??

 

Anayasaları iki şekilde sınıflandırmak { yazılı ve yazısız} alışılagelmiş bir olgudur. Tek sözsüz anayasa olarak günümüze dek gelen Britanya anayasası mevcudiyetini korumaktadır.

 

Bir de değiştirme yöntemlerine göre sınıflandırılabilir. Değiştirme yöntemleri dolaylı ve dolaysız olarak sınıflandırılabilir. İlk bölüme giren anaysalar çok azdır, misal Yeni Zelanda; diğer kategori ise, SSCB gibi bir örnek verilebilir. Abd, İsviçre, Avustralya gibi parlamentonun tek başına anayasayı değiştiremediği, fakat siyasal sitemdeki diğer organların veya halkın işbirliğine veya iznine gerek olan anayasalar gibi dünyadaki anayasaların pek çoğu yer almaktadır.

Anayasaların bu yöntemle bölümlendirilmesi çoğunlukla sert ve yumuşak anayasalar sınıflandırması olarak tanımlanır. Yumuşak ve sert terimleri ayrı derece farklılıklarını göstermede kullanılabilme gibi bir üstünlüğe sahiptir.

 

Anayasanın değişimindeki kolaylık veya sıklık yalnızca değiştirme yöntemini belitleyen hukuki hükümlere değil, fakat aynı anda o topluluktaki egemen siyasal iktidarın dağılımı ve örgütlendirilmesinden hoşnut olmalarına ve kabul edişlerine de bağlıdır.

 

Anayasalar hükümet yetkililerinin tüm ülkenin hükümeti ile ülkenin parçaları üzerinde yetki kullanan yerel hükümetler arasında dağılımı yöntemine dayandırılarak da sınıflandırabilirler. Bu ilkeye göre anayasalar , federal ve üniter yapılı olmak üzere bölümlendirilmektedir.

Federal anayasa örnekleri Abd, İsviçre ve Avustralya’dır; her zaman hukuki açıdan federe ya da üniter olarak bahsedilen anayasalarla ilgilenirken, anayasanın gerçekten nasıl işlediğini bilmek zorunda olmaktadır. Kağıt üzerinde oldukça merkezi ve üniter bir anayasa uygulamada hemen hemen federal, Brezilya, Venezüella ve Meksika anayasalarında olduğu gibi federe gözüken anayasalar da tek yapıda olabilmektedir.

 

Konfederal anayasalara örnek Abd verilebilir.

 

Kuvvetler ayrılığı kuramının açıkça benimsenmediği ülkelerde yargı otganı ve işlevi bu ülkelerde bağımsızdır. Anayasanın parlamenter bir hükümet sistemi kurduğu ve bu nedenle de işlevlerin ve organların birbiriyle kaynaşmasına izin verdiği ülkelerin hemen hepsinde aynı anayasa mahkemelerinin bağımsızlığına ve öbür organlardan mühim ölçüde ayrı kalmasına büyük özen göstermektedir.

 

 

Cumhuriyetçi ve monarşik anayasalar ayrı, demokratik ve halk egemenliğine dayanan hükümetlerle otokratik ve mutlak diktatörlükler arasındaki farkı karşılamaktadır. Bir monark tek yöneticidir ve yalnız kendine karşı sorumludur.

Günümüzde mutlak monarşi olarak adlandırılan bu yönetim biçiminden örnekler sunmak oldukça güçleşmiştir.

 

 

Bir Anayasa Neler İçermelidir ??

 

Pek çok ülkenin anayasa varyasyonları incelendiğinde hemen her ülkenin anayasasının konusunun neler içermesi gerektiğinin farklılık göstereceği ortaya çıkacaktır. Bazı ülkelerin anayasaları birkaç sayfadan ibaret olacağı gibi bazı ülkelerinkiler ise yüzleri bulan sayfaları da bulabilmektedir. Bu ayrım da anaysalar hakkındaki farklı düşüncelerden kaynaklanmaktadır.

 

Bir anayasa neler içermelidir sualinin en kısa yanıtı, en azı ve hukuki kural olan en azı, biçiminde olacaktır. İdeal olarak bir anayasanın bir temel özelliği olanak olduğu ölçüde kısa olması gerektiğidir.

 

Dünyadaki tüm topluklar için; uygun, kullanışlı ve elverişli bir biçim anayasa yoktur. Fakat kabul edildiği ülke açısından en faydalı sonuçları hızlıca ve gelecekte beraberinde getirebilecek kullanımı açısından elverişli ve uygun bir anaysa biçimi tasarlamak mümkünatlar dâhilindedir.

 

İnsanlar tek yapılı bir hükümet kurmak istediklerinde ve bir anayasa yazmaya başladıklarında, kalkıştıklarında aynı zamanda bu kurulacak hükümetin yetkilerine çoğunlukla bazı sınırlamalar koymak gerektiğine inanmaktadırlar. Hak ve özgürlükler anayasalarda yer aldıklarında bu ak ve özgürlüklerin başarıya ulaşabilmesi ve başarıyla uygulanabilmesi için bu hakların doğallarının ve genişliklerinin tanımlanması aşırı güçlüklere neden olmaktadır.  Eğer bir anayasa vatandaşlara bir takım haklar, misal; düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş yapma özgürlüğü, kişi ve konut dokunulmazlığı haklarını garanti ediyorsa aynı zamanda ruhsatı da beraberinde getirmektedir. Yani bu haklarla ilgili bazı sınırlamaların da olması gerektiği apaçık ortadadır.

 

 

 

Bazı durumlarda yürütmenin veya yasamanın bir işleminin anayasada tanınan haklarla alakalı güvenceyi zedelemesi nedeniyle mahkemede itirazda bulunabilme hakkı vatandaşlara açık tutulmuştur.

 

Eğer bir anayasada sadece hukuka saygıyı değil aynı zamanda bir üst hukuka gerekli hürmeti sağlaması da isteniyorsa o zaman bir hukuk olarak görülmeyecek her şeyi anayasanın sınırları dışında tutmak akıllıca olacaktır. Bu en azından İngiliz anayasa hukuku olarak adlandırılabilecek görüş altında yetişen ve eğitilen kişilerin görüşüdür. Fakat anayasa üzerine yazı yazan tüm yazarlar kabul etmeyecektir.

 

Pek çok insan için bir anayasa üstün hukuk kuralları seçmesinden daha fazla bir şeydir.

 

 

Bir Anayasa Ne Gibi Bir Otorite İddia Edebilir ??

 

Hangi koşullarda bir anayasa hukuksal otoriteye sahiplik iddiasında bulunabilir ?? Ve  hangi kıstasla hukuku uygulamayla görevli bireyler özellikle de mahkemelerde hukukun uygulamasını yapanlar anayasa olarak adlandırılan belirli bir metni hukukun parçası olarak tanıyorlar.

 

Anayasaların çoğu sadece yasa otoritesine sahip olduklarını değil aynı zamanda üstün bir yasa olduklarını da iddia etmektedirler. Bu iddianın savunması ne şekilde olabilir ?? Bunun yanıtları şöyle olabilir:

“Durumun mantığına dayanan yanıt” olarak tanımlanabilen çeşidi olabilir. Buna göre anayasa doğası gereği oluşturduğu kurumlar üzerine üstün olmalı görüşü benimsenmektedir.

Bir diğeri ise, anayasanın üstün yasa yapma iktidarına sahip bir organın ürünü olduğunu söylemektedir. Burada da mevcudiyetini gösteren üç ana organ bulunmaktadır.

Dıştan gelen üstün bir yasama organı; halk veya kurucu meclis.

 

 

Anayasalar Nasıl Değişirler ??

Bazı temel güçler.

 

Bir anayasa kabulü sırasında varolan güçlerin siyasal ekonomik ve toplumsal parelelogram bir bileşkesidir.

Bir anayasa dikkatli bir şekilde incelendiğinde ve yapıldığı zamanın koşulları göz önüne alındığında anayasaların bunları yapanların sosyolojik konularla alakalı fikirlerini cisimleştirdiğini, anlattığını ve koruma eğiliminde olduğu görülmektedir.

 

Bir anayasanın işlemesi üzerinde en mühim etki siyasal etkidir. Siyasal parti o derece mühimdir ki, anayasanın sadece bir iskelet olduğunu ; partinin bunu canlandırdığını ve bunun siyasal örgüte hayatını verdiği söylenebilir.

 

Bir anayasanın gelişmesinde ve değişmesinde  partilerle yakından ilgili, etkili temel bir güç de seçim sistemidir. Bazı ülkelerde, misal; İsveç siyasai seçim sistemini düzenleyen yasa aslında anayasanın bir parçasıdır. Birçok ülkede seçim sisteminin genel ilkeleri, misal; genel oy veya orantılı temsil gibi anayasalar tarafından ya yasaklanır veyahut da izin verilir.

Fakat çoğu ülkede   ise oy vermenin yöntemleri, koltukların dağılımı seçmenlerin özellikleri partilerin örgütleri ve buna benzer şeyler dahil edilmek üzere sistemin ayrıntıları özensizce yasalarca düzenlenmiş ya da organik yasalarda yeralmıştır.

 

 

 

Anayasalar  Nasıl Değişirler ??

Biçimsel anayasa değişikliği.

 

Genel olarak bahsedilirse modern anayasaların değişiklik yöntemleri dört amaçtan bir veya daha fazla ereğin korunması amaçtır.  Bu ideallerden ilki anayasanın lakayt değil düşünülerek değiştirilmesini sağlamaktır.

Bir diğeri ise halka değişiklik yapılmadan görüşlerini açıklama olanağının verilmesini gerçekleştirmektedir.

Üçüncüsü ise federe sistemlerde birimin veya merkezi hükümetin yetkilerinin taraflardan sadece birinin faaliyetiyle değişmesini engellemektir.

Bazı anayasalarda bu sayılan düşüncelerden yalnızca biri geçerliyken bazılarında ikisi veya üçü veya daha fazlası açıklanamayacak çok az anayasa mevcuttur.

 

 

Genel olarak anayasal hükümet sistemi altında yaşayan toplumlarda yani anayasnaın etkin olrak kendini gösterdiği ve saygınlığı olduğu yerlerde biçimsel anayasa değişikliği yönteminin anayasanın toplumda görülen herhangi bir ihtiyacın uyum sağlamada pek seyrek olarak güçlük çıkardığı söylenebilir.

Bir anayasa askıya alındığında ve yok edildiğinde çok sert değiştirme yönteminin anayasanın ortadan kalkmasına katkıda bulunduğunu söylemek zordur. Ama pek çok anayasada bu yöntemin yetersiz kalmasının mühim bir sebebinin yalnız başına faaliyet de bulunmamakta olduğunu belirtebilir.

 

 

Anayasalar  Nasıl Değişirler ??

Yargısal Yorum

 

Karışık davalarda hukukun ne olduğunun ifade edilmesi yargıçların fonksiyonudur. Bir anayasada hukukun bir parçasıdır. Bu nedenle yargıçların çalışma alanının içinde yer almaktır. Üstelik ister yasama organının ister yürütme organının olsun diğer hukuk kuralları ve bazı fiiller arasında ihtilaflar da ortaya çıkabilir. Böyle durumlarda yargıçlar hukukun ne olduğuna karar verecek ise yalnızca alelade yasanın kurallarını değil anayasada yer alan kuralların da anlamını belirlemek zorundadır.

Bununla beraber tüm ülkelerdeki mahkemelerin anayasayı yorumlama ve bunun sonucu olarak da yasama organından çıkan işlemleri iptal edebilme yetkisine sahip olduğu sanılmamaktadır. Anayasalar bazen açıkça hükümlerinin ve bazen de bir bölümünün mahkemelerin yetkisi dışında bırakmaktadır.

İlk olarak modern zamanların anayasalarında merkezileşmenin gelişmesinde yargısal yorum ne şekilde rol oynamaktadır.

Koşullardaki değişikliklerin anayasadaki eski bir formülün bu yeni beklenmeyen koşulları kapsar biçimde yapılabilip yapılamayacağını karar vermek durumunda olduklarını anlayan yargıçlar tarafından kararlarında çoğunlukla tanıdıklarını bulmak ilginçtir.

 

İkinci olarak önde gelen eğilimlerden ve niteliklerden biri de yürütme organının yetkilerindeki göreli büyümedir. Bu büyüme yürütmenin yetkilerini gösteren anayasanın bölümlerini anlatan yargı organı tarafından ne denli desteklenmiş ve ne denli denenmiştir

 

 

 

Anayasalar  Nasıl Değişirler ??

Uygulama ve Teamüller

 

Ugulama ve teamüller, tam manasıyla hukukun bir parçası olmakla beraber bağlayıcı olarak kabul edilen ve bir ülkenin siyasi kurumlarını düzenleyen ve açıkça da hükümet sisteminin bir parçasını oluşturan kurallar bütünüdür.

Teamülle bir anayasanın zorunlu olarak kabul edilen bir davranış kuralı, bağlayıcı bir hüküm ve uygulamadan da anlaşılmış patrikten daha fazlası ifade edilmek istenmemiştir. Açıkça bir uygulama teamül olabilir. Çoğunlukla yapılan her zaman yapılana dönüşür. Belirli bir davranış biçiminin zorunlu veya ikna edici olması nedeniyle uyulduğunu söylemek çok kere zordur.

Bazı hükümet sistemlerinde teamül kurallarının mühim ve çokça bir bölümü yasama organının iki meclisinin iç tüzüklerinde yeralmaktadır ve bunların hepsi yazılıdır.

 

Uygulama ve teamülün hukuku etkilemesinin ilk ve mühim örneğini anayasanın bir hükmünü geçersiz bir duruma getirmesi oluşturmaktadır. Bu teamülün anayasanın kolunu felce uğrattığı biçiminde de bir benzetme yapılabilir. Teamül yasayı doğrudan iptal etmez.

 

Teamül ve uygulamalar daha geniş bir alanı, azınlık haklarını da güvenceye almaktadır. Bunlar yasama organının iki meclisi arasındaki ilişkileri düzenlemekte; yasama organının iç örgütlenişini yönetmekte ve bunu yaparken de yürütme organının durumunu ve yürütmenin yasamayla olan ilişkilerini büyük ölçüde etkilemekte; siyasal partilerin gücünü hükümetin hukuki kurumlarıyla birleştirmektedir.

 

 

 

Anayasal Hükümetler İçin Beklentiler

 

Anayasal hükümet anayasanın hükümlerine göre sınırlandırılmış hükümet anlamına gelmektedir. Bu sebeple, belirli bir ülkede hükümet anayasanın hükümet kurumlarını kurmak ve bunları istedikleri gibi hareket etmek hususunda tümüyle serbest bırakması olanağı vardır.

 

Anayasal hükümetler aleyhine işleyen ilk güç savaştır. Savaş veya söylentileri olduğu dönemlerde, hükümetler hareket serbestisini isterler.

 

Savaş anayasal hükümetin askıya alınmasını neden olan ve bunu haklı kılan olağanüstü ve kriz hallerinden bir örnektir.

Maddi zorluk veya bunalım, açlık, tehlikeli hastalıklar ve doğal afet gibi durumların hepsi de hükümetin belirli ölçüde keyfi biçimde hareket etmesine bir davet sayılabilir. Bu durumların hepsi etkin ve hızlı hareketi gerçekleştirebilmek için hükümet üzerine konan alelade sınırlamaların geçici olarak durdurulmasına nende olur.

Barış ve refah anayasal hükümetin gerçek yandaşlarıdır. Bunların beklentileri anayasal hükümetin beklentilerine eştir.  

 

Anayasal hükümetin karşılaştığı en zor durum, modern zamanlarda anayasal hükümetin kendisini düşmanlarına karşı nasıl koruyacağı ve buna rağmen nasıl hayatını idame ettirebileceğidir. Savaş veya herhangi bir olağanüstü hal durumu ortaya çıktığında toplum bağımsız bir varlık olarak tehlike geçtiğinde bir kez daha anayasal hükümetin seçme konusunda hür olabilmek, anayasal hükümet böyle askıya alınmaktadır.   

 Görsel

Aşkıncılık

 

İnsanın aslen ahlaki bir topluluğa ait olduğu inancını ifade eder.

 

Topluluk, üyelerine önceldir: bireysel çıkardan önce gelir toplumun çıkarları.

Bu anlayışta ‘toplum çıkarı’ üyelerin çıkarından daha fazlasını ifade eder.

Kurumlar tek tipli biçimde algılanır.

Aşkıncılık milli irade kavramı üzerinden gider.

Kuramı Rousseau geliştirmiştir.

Kanun, vatandaşların kolektif akıl ve iradesinin ifadesi olarak görülür { ortak aklın ortak iyiyi tezahürü hususu }

 

Siyaset de, temelde sadece liderlik ve halkın eğitilmesi olarak anlaşılır.

 

Aşkıncılık son tahlilde görevin kutsallaştırılmasını ve insanın tüm enerjisinin bu görevin ifası için harcanmasını ifade eder.

 

Ilımlı aşkıncılık

 

Topluma değiştirilemeyecek normla kümesi şeklinde bir konsensus empoze edilir.

Devlet bu kurular etrafında kurumsallaşmıştır.

Burada bürokratlar karar vericidirler ve kararlarını devlet normları göz önünde bulundurularak formüle ederler.

 

Aşırı aşkıncı yönetim

Yönetim kişiselleşmiştir

Kurumsallaşma çok zayıftır. Bu yüzden mesleki nitelikten çok sadakate dayalı devlet ilişkileri yürütülür.

 

 

Araçsalcılık

{ ekonomide liberalizm }

 

İnsanın aslen bir çıkar topluluğuna üye olduğu inancını belirtir.

 

“Toplumu özgür kıldığınızda bireyi özgür kılmazsınız.”  anlayışına dayanan aşkıncılığın tam aksidir.

Toplumun bireylerinin tek tek çıkarlarından oluşan bir birliktelik olduğunu belirtir.

 

Bireyin gruplardan bağımsız kimlikleri, ahlakı, duygu ve amaçları vardır.

 

Toplumun amaçları, toplumun kendisi tarafından belirlenir.

Devletin görevi toplum tarafından belirlenen amaçları yerine getirmek.

‘kanun’ üyeler arasında varılmış anlaşmanın sonucu olarak algılanır.

Siyaset, bir çatışma ve uzlaşma alanı olarak ortaya çıkar.

 

 

Ilımlı Araçsalcılık

 

Toplum içinde kabul edilebilir bir düzeyde eşitsizlik doğal karşılanır.

 

Uzlaşmanın ortaya çıkabilmesi için, birey davranışlarına bir sınırlama getirilmelidir.

 

Toplumun karşısında egemen bir devlet yoktur.

Kamu bürokrasisi, siyasa geliştirme konusunda siyasal aktörlere tabidir. {Bürokratlar kendi kendilerine davranış geliştiremez}

 

Bürokrasi iç işleyişi bakımından büyük ölçüde özerktir

 

 

Aşırı araçsal yönetim

 

Makul derecede bir eşitsizlik bile reddedilir.

 

Osmanlının aşkın Devlet Mirası

 

TC’ye Osmanlı’dan aşkın bir devlet ve zayıf bir toplum miras kalmıştır.

Padişahın kişiliğinde yapılanan ılımlı aşkın devlet kategorisi: Üçüncü Selim, İkinci Mahmud ve Yükselme Devri.

 

Yerel güç hiçbirzaman bir üstünlük sağlayıp bunu kamu yararına kullanamamış, merkezi etkileyecek kadar güçlü olmamıştır.

 

Merkez, kurallar belirleyen ve dayatılmıştır.  

Herkesi kendi sınırları içinde kalmaya zorlar ve bu da sistemin değiştirilmeyecek normlarından biridir.

 

Ilımlı aşkıncılığın bir diğer özelliği olarak devlet, padişahın kişiliğinden ziyade belirli normlar etrafında kurumsallaşmıştır.

 

Padişahlar ‘edep’ olarak isimlendirilen, gereklilik ve ussallık temelleri üzerine bina edilen geleneklere ve normlara uygun hareket etmek durumundadır.

 

Osmanlı devleti, padişahın kişiliğinde yapılansa bile asla keyfi bir yönetim mevzu bahis değildir, bu ılımlı aşkıncılıktır.

 

Tanzimat dönemi ise, yine aşkın devletin izlerini taşır, ama bu defa aşkın devlet padişahın kişiliğinde yapılanmamış, bürokraside yapılanmıştır.

 

1876-1909 İkinci Abdülhamid Han döneminde aşkın bir devlet modeli görülür.

 

1909 – 1918 İttihat ve Terakki bir kez daha bürokraside yapılanan aşkın devletin egemen olduğu yıllar.

 

 

Geçici aşkın Devlet

 

~ Cumhuriyet dönemi ~

 

Atatürk o zamana kadar padişaha ait olmuş olan bir egemenliğin yerine halka ait olmuş bir egemenlik değil bir bütünü ifade eden millete ait olacak egemenliği ikame etmek istiyordu.

 

Atatürkün bürokrasiye çok güvenmediği belirtilmelidir.

İsmet İnönü’nün kadroların değişmesinde daha çok rol oynadığı belirtilir.

Bu noktada Atatürkün düşüncesindeki Durkheim yaklaşımı unsurları açıkça görülebilir.

Hegelin devlet anlayışını daha fazla benimser.

Sivil toplumu ezmeden genel çıkarları koruyacak bir devlet fikrini benimsemiş, toplum karşısında önceliği devlete vermiştir.

 

Siyaset yapım süreci, bireysel çıkarların gerçekleştirilmesinden öte olmalıdır. Siyasete ilişkin algıları biraz daha aşkıncıdır.  Seçkincilik ona göre çağdaş uygarlığa varmanın bir aracıdır, bu yüzden geçicidir.

 

Zihnindeki model ılımlı araçsal model ama ekonomi kalkınana dek geçici aşkın devlet üzerinde duruyor.

 

Mustafa Kemal, reformların yukarıdan aşağı yapılması gerektiğini düşünür.

Egemenlik, kolektif şuur belli bir seviyeye ulaşıncaya kadar millete ait olamazdı.

Bu şuurun geliştirilmesi lazımdı, bu görev de yönetici seçkinler yani CHP’ye aitti.

 

Osmanlının son dönemindeki memur – vatandaş kopukluğu Cumhuriyetin ilk yıllarında da devam ediyor.

Atatürk bürokrasiyi atlayarak bazı talimatlar veriyor, İnönü ise onu bu konuda uyarıyor.

 

Atatürkün ölümünden sonra aşkıncılık yine bürokrasiye kayıyor.

 

 

Bürokratik Aşkıncılık

Atatürkçü düşünceyi bir ideolojiye dönüştürerek Atatürkten daha çok bir seçkincilik sergilemişler; zamanı neyin en iyi olduğunun yalnızca kendileri tarafından bilindiğini idda ederler. Çoğunluğun egemenliği mevzu bahistir.

 

Atatürkün geçici aşkın devleti, 1945ten itibaren bürokratik aşkın devlete dönüşmeye başlıyor.

 

1950lerde Demokrat parti, aşkın devletin bürokrasi yorumuna tepki olarak ortaya çıkıyor.

 

Aslında Demokratlar aşın devlete değil, bürokratik seçkinlere muhaliftirler.

Bürokratik seçkinlerin yerini almaya çalıştılar; fakat siyaset bakışları ılımlı araçsalcılığa yatkın olmadığından 1950den sonra Türkiyenin siyasal yönetsel hayatı aşırı araçsalcılık ile aşkın devletin farklı biçimleri arasında gidip geldi.

 

1961 anayasası çoğunluk diktatörlüğüne karşı aracı kurumlara yer vermeye çalışıyor.

 

1973-1980 arasında bir siyasi parti çoğunluğu kazanamamış, tek başına hükümet kuramamış, koalisyon üyeleri hayati meselelerde bile uzlaşamamış, devlet aşırı araçsal bi niteliğe bürünmüştür.

 

1980 yılındaki askeri müdahale ile Türkiyenin aşırı araçsalcılık ile aşkın devletin farklı biçimleri arasında gidip gelen siyasi yönetsel bir hayat yine başlama almıştır.

 

 1960 – 1980 arası Atatürkçü homojen yapı orduda.

Askeri darbe dönemi aşkın devlet, 1980 – 1983.

 

1982 anayasası ılımlı araçsal devleti kurmak istiyor.

 

Seksen3 sonrası, ılımlı araçsal devlet modeli doğru bir model olarak görülür.

Tek parti dönemlerinde aşkıncılığa kayma görülür, koalisyon hükümetlerinde araçsalcılık.

Ab sürecine baktığımızda aşkıncılık ABye kaymış vaziyette.

 

 

 Görsel

 

 

DEMOKRASİ ARAYIŞINDA KENT

 GÜVERCİNLERİN İNTİKAMI

Gramsci’den bu yana sıkça yinelenen “Doğu’da devlet her şeydir”. Evet, “Doğu’da devlet her şeydir”, “bir şey” değil, ama konuşmayan, her tarafı ve herkesi kaplamış, ettikleriyle “mesut ve bahtiyar”, suskun bir “her şey”.

Konumuzla ilgili olarak söylersek, Batı’da, devlet, “ev”i ve “şehir”i kurarken eyleminin yanında bir sürü de laf etmişken, bizde tamamen farklı olarak insanların “yuvasını yapmak” için bildik yöntemlerle yetinmiş.

Çok yeri değil ama, “şehir”den başkalarına da değinelim, ve hadi diyelim ki, “şehir”i olduğu gibi “Hapishane”yi, “Okul”u, “Ordu”yu söze döken bir devletimiz olmadığından, karşıdan bu söze karışan da pek fazla olmamış.

İktidar mı insanları konuşturuyor ya da dilsiz kılıyor? Bunu, böylece, baştan söylemek yanlış gibi geliyor. Öbür tarafta konuşanlar “iktidar”a karşı konuşmamışlar mı? Kendisine karşı konuştukları şey, nalsı olur da onların konuşmasını mümkün kılabilir?

Konuşamayınca ne olur? Sözcüklerin aradan çıktığı yerde, yönetenlere de yönetilenlere de düşen şiddettir ve şiddet yanıt beklemez, o bir dil değildir.

Şehirlerimizi kuranlar, değiştirenler, imha edenler “şehir”den ne anlıyor, ona nasıl bakıyorlar? Merkezi ya da yerel yönetimlerin gönlünde nasıl bir şehir yatıyor?

Ankara’nın bir dönem önceki yerel yöneticileri, bir spor salonuna Adnan Ötüken adını vermişlerdi. Adnan Ötüken de, yine herkesin hatırladığı gibi, bir kütüphaneci ve soyadının çağrıştırdığı konularda eserler vermiş yazardı. Burada da nasıl olmuştu da, bu kişinin adı bir buz pateni salonunun cephesine asılmıştı. Nitekim, Ötüken’in karısı ve kızı bu durumu protesto etmişler ve Adnan Ötüken’in genelde sporla, özellikle de buz pateniyle hiçbir ilişkisi olmadığını belirtmek gereksinimi duymuşlardı.

Bu değerlendirmeye karşı, “Niçin? Batı ülkelerinde de böyle bir uygulama yok mu?” denebilir. Fakat biliyoruz ki, örneğin bir Paris’te, bir sanatçının, diyelim bir ressamın, Braque’ın adı, bir mekâna uygun bulunurken, seçilen yer bir bowling salonu değildir.

Bir toplum kendisine ulaşan hiçbir şeyi sevmeden, anlamaya ve zenginleştirmeye çalışmadan nasıl yeni bir kültür yaratabilir?

 

KENTSEL DEVRİM

Bütün Babil kentlerinin takımyıldızlar içinde bir ilk örneği vardır. Kentler yaradılışın başlamış olduğu merkezde kurulmuştur. Babil, tanrıların oradan yeryüzüne indikleri “tanrının kapısı”dır. Gordon Childe, M.Ö. 3000 yıllarında Mısır, Mezopotamya ve İndüs vadisinde ortaya çıkan toplumsal değişiklikleri “kentsel devrim” olarak adlandırmaktadır. Childe’a göre, bu bölgelerde, bu tarihlerde ortaya çıkanlar artık “basit çiftliklerden oluşan küçük topluluklar değil, çeşitli meslek ve sınıfları içeren devletlerdir. Yeni kentler kapladıklar alan ve nüfus bakımından eki yerleşim yerlerine oranla çok daha büyük ve kalabalıktır. Ayrıca bu kentler daha da önemli olarak, yeni bir toplumsal işbölümünü getirmekte, artık besin üretimi  işinden uzaklaşmış rahipleri, prensleri, profesyonel askerleri, birçok alanda uzmanlaşmış zanaatkarları ve memurları barındırmaktadır. Kent bu işbölümünü yansıtır biçimde şekillendirmekte, tapınak, saray, anıtsal mezar, atölye gibi yapılar ön plana çıkmaktadır. Kentler artık önceki kültürden çok farklı bir politik, ekonomik ve dinsel düzenin, yani uygarlığın merkezidir. İnsanlık “kentsel devrim”le, “ilkellik”ten “uygarlığa” , yani “devletsiz toplum”dan “devletli toplum”a geçmektedir. Kenti karakterize eden çizgiler her şeyden önce politiktir.

 KENTSEL DEVRİM, BÜROKRATİK DEVRİM

“Kentsel Devrim” aynı zamanda bir “bürokratik devrim”dir. “Toplumdan daha kuvvetli bir devlet”, “doğu despotizmi” tarihte bu dönemde ortaya çıkmıştır. Son derece merkeziyetçi yapıda olan bu devletlerin despotlarına, sınırsız iktidarlarının cismanileşeceği bir merkez gereklidir. Bu merkez, kentin mimari üslubu da yine despotun sınırsız iktidarına tanıklık edecek biçimde anıtsal olmalıdır. Dinsel sembolizm, bu kentlerin kuruluşunda herhalde her şeyden önce gelmektedir. Cismani ve tinsel iktidar birleşmekte, tanrılar krallara kentler bağışlamaktadırlar. Mısır’da firavun, bir tanrı ya da “tanrının oğlu”dur. Sümer kralı annesinin karnında “kutsal değerlerle ve özellikle güç ve bilgelikle donatılmış” olup, doğumundan sonra da tanrı tarafından beslenmektedir. Tanrı-kral birliği, bir yandan toplumsal düzenin güvencesi olan “aşkın” etkeni (tanrı) politize etmekte, öte yandan ise politik etkeni (kral) aşkınlaştırmaktadır.

 Kentsel devrim, gerçekten erkek egemenliğinin de başlangıcıydı. Bu toplumsal ve siyasal değişikliklere, kadınların toplumda ve ana figürünün dinde oynadığı rolde meydana gelen derin bir değişiklik eşlik etti. Artık tüm yaşamın ve yaratıcılığın kaynağı toprağın üretkenliği değil, yeni icatlar, teknikler yaratan zihin, soyut düşünce yeteneği ve yasalarıyla birlikte devletti. Kentlerdeki kale ve dinsel yapılar genellikle dikdörtgen biçimindeydi. Erkek egemenliğinin mimarideki sembolleri doğru çizgi, dik açı, dikilitaşlardı. Şehircilik ve mimarideki bu eğriler-doğrular kavgası, bilindiği gibi günümüze kadar uzanıyor. Yakın zamanda eğrilerin bir savunucusu, Frederick Kiesler şöyle yazıyordu: “Şimdiye kadar mimari erkeklere özgüydü. Şimdi kadın bedeni gibi, son bulmayan sürekliliğiyle kadına özgü bir mimari başlıyor.”

 DİYALOG KENTE GİRİYOR

Aristo, Politika’da sitenin insanların yalnızca varoluşlarını sürdürmelerini değil, insan özüne uyan bir biçimde “iyi yaşamaları” amacını da taşıdığını söylemektedir.

Atina sitesi, VIII. Yüzyıldan itibaren İyonya’da kurulmaya başlanan, kutsallaşmış bir monarktan kurtulmuş bu siteler içinde demokrasiyi en çok düşünmüş ve yaşamış olanıydı. Özellikle VI. yüzyılın sonunda Klistenes’in reformlarıyla sitenin hayatı çok değişmiş, toplumun yönetimi bütün Atinalı yurttaşların katıldığı meclise (eklesia) geçmişti. Site artık yurttaşların sitesiydi. Mecliste her şey tartışılıyor, sitedeki hayat Finley’in belirttiği gibi söz’ün, diyalog’un üzerine kuruluyordu. Solon’un reformlarının gerçekleştirdiği yasa önünde eşitlik (İsonomia) kavramına, V. yüzyılda herkesin eşit olarak konuşması (İsegoria) kavramı da ekleniyordu. Kamu işlerinin yürütülmesinde uzmanlık tanınmıyor, her yurttaş hayatı boyunca toplumun yönetiminde muhakkak önemli bir görevi üstleniyordu.

Politikada olduğu gibi bütün sanat etkinliklerinde de uzmanlaşmaya yabancı olan Atinalılar, bu alanda da katılımın en iyi örneklerini verdiler. En az 2000 Atinalı bu etkinliklerde yer alıyordu. Yani yurttaşlar, sonradan imparatorluklarda ortaya çıkabileceği gibi, bütün bu etkinlikleri “seyretmek”le yetinmiyor, onlara katılıyor, “aktörleri” oluyorlardı. İnsanları biçimlendiren site idi, fakat site onların sitesiydi. Tiranlıktan o derece çekiniyorlardı ki, kentin mühürünü elinde bulunduran kimse her gün kura ile yeniden belirleniyordu.

 GEOMETRİ KENTE İNİYOR

Birinci kuşak sofistler, Protagras’ın anlattığı mitte dile geldiği gibi, “politik erdem”in herkeste bulunduğunu savunan demokrasi taraftarlarıdır. Oysa şimdi Platon, Skrates’in ağzından erdemi bilgiye, herkesçe kavranamayacak bir bilgiye bağlayarak uzlaşımsal demokrasiye karşı çıkmaktadır. Artık bir “açık toplum” kuramcısı olan Protagoras’ın  yerini, mutlak bilgi ve mutlak iktidarı birbirine bağlayan filozoflar almaktadır. Bu gelişme, sanki kenti biçimlendirmektedir. V.yüzyılın sonlarına kadar Doğu uygarlıklarının tersine kendini çevreleyen kıra, denize açık yaşayan kent, bu tarihten sonra surlarının altında kapanmaktadır. Platon, Atina demokrasisinde geçerli olan ve yurttaşlara, gösterdikleri farklılıklar ne olursa olsun eşit adalet  dağıtan “aritmetik eşitlik” karşısına, eşit olmayana eşit davranmayı öğütleyen “geometrik eşitlik”i çıkarmaktadır. Aristo, Politika1da Hippodamos’u “Oriphon’un oğlu, kentlerin geometrik çizimini icat eden”diye tanıtmaktadır. Darus’un orduları Milet’i fethedip yıktıklarında, bu ilk şehirci-ütopist, kenti yeniden kurmak için bir plan hazırlayacaktır. Hippodamos, dama tahtasını örnek alan bir kent planı önermektedir. Kentin sokakları birbirini dik kesecektir. Önceden söylediğimiz gibi, eski kentlerde de dikdörtgen biçiminde tapınak ve anıtlara, birbirini dik kesen caddelere rastlanıyordu. Fakat Hippodamos, “geometrik yasaya yalnızca bir tapınağı, bir anıtı değil, bir kentin planını, sokaklarını, meydanlarını, konutlarını ve yurttaşlarını ve bağlamaktadır. Hippodamos, yine bütün ütopistler gibi, yeni bir kent isterken yeni bir toplum, hiyerarşi, iş bölümü de istemektir. Kozmos’da gözlenen uyum, yalnızca kentin taşlarında değil, toplumda da okunmalıdır. Üç sınıfa ayrılmış, onbin kişilik bir site tasarlamaktadır. Zanaatkârlar, çiftçiler ve savaşçılar, Hiodamos, toprağı da üçe bölerek, birincisinin gelirini tanrıların kültlerine, ikincisininkini savaşçılara ve yöneticilere, sonuncusunun ürünlerini de çiftçilerin kendilerine ayırmaktadır.

 FİLOZOFUN KENTİ

Platon’un sitesinin nasıl kurulacağının en açık anlatıldığı yerlerden birisi Devlet’teki şu satırlardır: “Bir şehri ve insanlarının karakterlerini tuval diye alacaklar ve her şeyden önce tuvallerini tertemiz yapacaklar- hiç de kolay bir iş değildi bu. Fakat biliyorsun, bunu bütün ötekilerden ayıracak nokta da tam burası. Temiz bir tuval verilmedikçe ya da kendileri temizlemedikçe, bizimkiler bir şehrin ya da bir bireyin üstünde çalışmaya başlamayacaklar. Mükemmel bir site mümkündür, fakat bunu sağlayacak olan halk değil, aklın doğru sesini işiten filozoftur.

 POLİS’TEN ‘KOZMOPOLİS’E

Stoacılığın kurucusu Zenon’un ütopyası, artık Platon’unkinden çok farklıdır. Platon, Devlet’ini site çerevesinde düşünürken, Zenon’un yazdığı Devlet’teki asıl ilke, “insanların sitelerde ayrı yasaları olan halklar olarak” ayrılmamasıdır. Bu dönem, sitenin filozoflarıyla birlikte çökerken, monarşinin filozoflarıyla birlikte doğduğu bir dönemdi. Plutarkhos bu birlikteliği şöyle açıklıyor: “ Zenon’un bir rüyaya benzer hayalini İskender gerçekleştirdi… dünyanın bütün halklarını bir krater içinde kaynaştırırcasına birleştirdi… Herkesin, yeryüzünü kendi yurdu olarak görmesini… İnsanlardan iyilerine akraba, kötülerine de yabancı olarak bakmasını istedi.”

 KENTİN TANRISINDAN TANRI’NIN KENTİNE

Ütopistlerin kentleri de, bu mükemmelliği kurmak istediklerinden, her zaman bir “ütopya” olarak kalmaya mahkûmdur. Kentin kent olabilmesi için “mükemmel” olmaması gerekir de, denebilir belki. Çünkü “söz”ün, diyalogun, farklılığın olduğu yerdir gerçek kent.

 KENTİN HAVASI ÖZGÜR KILAR

Avrupa’da X.. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan kentler, gerçek kentlerin habercisidir. Bu yüzyıldan itibaren piskoposluk kentleri ve kale-kentler etrafında oluşmaya başlayan yerleşim alanları (portus) hızlı bir gelişim onunda, yanına yerleştikleri eski kentlerin havasını da tamamen değiştirmiş, her şeyiyle yeni burjuva kentlerine dönüşmüştür.  Pirenne’in tezine göre, X. Yüzyılda kentlerde gözlenen bu değişimin nedeni, ticaretin canlanmasıdır. Gezgin tüccarlar, uzun yolculuklarında sığındıkları dinsel ve kale kentlerin etrafında yeni yerleşim yerleri kurmuşlar, ticaretin çektiği zanaatçılarla birlikte, buraları, kısa sürede zengin bir kente dönüştürmüşlerdir. Kentler, bu şekilde, “ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır.”

Kent içinde, değişik grup ve sınıflar arasında değişik ittifaklarla bir mücadele yaşanırken, kentle kır arasındaki uçurumda gittikçe büyüyordu. Duvarlar arkasındaki zenginliği ve ayrıcalıklarını hiç kimseyle paylaşmak istemeyen burjuvalar, çok değil, birkaç yüzyıl önce içinden çıktıkları kırsal toplumu küçümsemeye, köyü yalnızca bir hammadde ambarı gibi görmeye başlıyor ve günümüze kadar devam edecek kentli (uygar )- köylü ( kaba )ayrımını yerleştiriyorlardı.

Giderek güçlenen monarşilerle, kentlerin özgür yurttaşları biraz da kendilerinin yardımıyla kurulan güçlü devletlerin uyrukları haline dönüştüler. Kentler belki çözüm bulabilecek, bağımsızlıklarını yitirmeden bir birlik içinde toplanabilecekken, “prensin kentleri” haline geldiler. Yeni bir biçimde beliren devlet artık kargaşaya son verecek, ülkenin bütününde düzeni sağlayacaktı.

 MONARŞİ GELİŞİYOR, CADDELER GENİŞLİYOR

Monarkların, ülkelerindeki kiliseyi kendilerine bağlayarak eski despotları hatırlatmaları gibi, kentler de birbirini dik kesen uzun ve geniş caddeleri, garnizonlarıyla eski mutlakıyetçi dönemlerdeki modellerini, bu kez çok daha iddialı olarak yeniden keşfediyordu. Askerler daralıp genişleyen, kıvrılan sokaklarda gösteri yapamazlardı. Düzenli ve etkili bir geçit için “geniş bir meydan ya da geniş ve düz bir cadde zorunluydu..” yeni topluma uygun görülmeyen ortaçağ kentlerinin eğri yolları hakkında herhalde yüzyılımızın bir ütopist-şehircisi gibi düşünülüyordu: “ Eğri yol eşeklerin yoludur; doğru yol insanların yolu.”

 ‘YOK ÜLKE’NİN SIKICI KENTİ

Ütopistler, insanın çevresiyle biçimleneceğine inandıklarından, tasarladıkları “ideal toplum”a önce bir “ideal kent” kurmakla işe başladılar. Bu “ideal kentler”in hemen hepsi kâğıt üzerinde kaldı; çünkü toplum “ideal toplum” olmayı her zaman reddetti.

 ENDÜSTRİ KENTİ

XIX. yüzyıldan itibaren küçük tesislerin yerini alan büyük fabrikalar, giderek yeni enerji merkezleri etrafında toplanırken, geçen yüzyıllarda olduğundan çok daha hızlı biçimde kente göçen işçi ve işsizler ordusu da fabrikaların etrafında yerleşmeye başladı. 1830’dan sonra yaygınlaşan demiryolları büyük kentlerin merkezine kadar ulaşırken, enerji ve hammadde gereksinimi kolaylıkla sağlandığından, geçtiği bölgeleri de yeni endüstri merkezine dönüştürdü. Engels 1845’de, Londra’da 50.000 kişinin “her sabah, gece nerede yatacaklarını bilmeden uyandıklarını” yazıyor. Fabrikaların hemen yanında yapılan işçi evlerinin durumu daha iç açıcı değildi. Yan yana ve sırt sırta kötü malzemeyle yapılmış bu küçük evlerin arka odaları ışıksız ve havasızdı. İşci mahallelerinin çamur ve çöplerle kaplı yollarında, çocuklar ve domuzlar birlikte geziniyordu. Bazı kentlerde bu işçi mahalleri o derece “iyi” yerleştirilmişti ki, Manchester’de olduğu gibi, varlıklı birisi bir işçi mahallesi ya da işçilerle karşılaşmadan” yıllarca yaşayabilirdi.” Ama zamanla, mesleklere göre ayrılmış Ortaçağ kentlerinin mahallelerinden farklı olarak zenginliğe göre sınırları çizilmiş bu burjuva mahlallelerinin tam bir güvenlik sağlamadığı, “iyi mahalleler”in biraz ilerideki sefaletle birlikte yıllarca yaşayamayacağı anlaşıldı: İşçiler yaklaşamıyorlardı, ama kolera, tifo, tifüs oralara da ulaşmıştı. Burjuvalar, Ortaçağ zenginlerinin vebadan kaçmaları gibi, ya kentin merkezini yoksullara bırakarak banliyölere çekildiler ya da kentin merkezindeki işçi mahallelerinden (hastalık ve ayaklanma merkezi) geniş caddeleler geçirerek onları kentin dışına sürdüler.

XIX. yüzyılda endüstri kentini eleştiren, kenti konu alan bir diğer önemli düşünce çizgisini de Marx, Engels ve Kropotkin geliştirmiştir. Bu düşünürlerse, farklı nedenlerle de olsa, geleceğin kentini önceden kararlaştırılmış bir örneğe göre çizmeye çalışan ütopistlerin şehircilik anlayışını eleştirmede birleşmiş, kent konusunda örnek sunmayan düşünceleriyle yüzyılımızın şehirciliğini farklı biçimde etkilemişlerdir.

 OLMAYAN BİR İNSANA İDEAL BİR KENT

Toplumsal ilişkileri atlayarak yalnızca konumuzla ilgili benzerliklere Türkiye örneğinde değinecek olursak: Ülkenin kentleri öyle bir duruma gelmektedir ki, sanki çapsız bir ütopist-şehircinin elinden çıkmıştır. Batıdan doğuya kara yolundan yapılacak bir yolculuk hemen hemen birbirinin aynı kentlerden geçerek tamamlanmaktadır. Kente her yerde aynı genişlikteki düz caddelerden girilmekte; caddelerin iki yanına aynı “plansızlık”a göre yapılmış yapılar sıralanmakta; kentin merkezinde aynı hükümet konaklarına rastlanılmakta; benzer üniformalar içindeki öğrenciler aynı lise ya da sanat liselerinden çıkmaktadırlar.

Endüstride makinelaşmanın zenginlikle birlikte ortaya çıkardığı yoksulluğun, büyük bölümünde okunduğu büyük kentlere bir tepki olarak doğan bu minyatür kentler, paternalist biçimlerinin bir sonucu olarak üyeler arası bir iç çatışmayı dışlıyordu. Sindirilmiş bir çalışma disiplini ve komünote ahlakıyla, işlerin her türlü çatışmadan uzak ilelebet yolunda gitmemesi için bir neden yoktu. Ancak, asla küçümsenmemesi gereken bu deneyler, çatışmayı dışladıkları içinde hareketsizliğe, dağılmasalar belki de birer “kışla”ya benzemeye mahkumdu. “ İlerici şehircilik” örnekleri endüstriyi kabulleniyor, hatta kimi zaman onun yaratacağı zenginliği ve otomasyonu, insanlığın mutluluğu için tek yol görüyor; fakat kırlara taşınmış ve tarımla tamamlanmış bu endüstrinin zorunlu olarak yol açacağı-ve açtığı- toplumsal hareketlerin kurulacağını umdukları bir “uyumla” aşılacağını öngörüyordu. İşçi sınıfı büyük kentlerin kapkara işçi mahallelerinde kötü konutlarda oturuyor, kötü besleniyor, çok çalışıyordu. Ama çok geçmeden bu işçi mahallelerinin toplumsal çatışmaların odaklarından birisi olduğu görüldü. Kentler kapkaraydı; ancak bu kez boyutları daha genişlemiş bir demokrasi için verilen mücadelenin asıl sahnesi de yine bu kentler olacaktı.

 NOSTALJİK-KÜLTÜRALİST YAKLAŞIM

XIX. yüzyılda büyük endüstri kentlerini eleştiren ve alternatif olarak “örnek kentler” ileri süren bir başka şehircilik anlayışı da, Françoise Choay’ın sınıflandırmasıyla “kültüralist” anlayıştır. “Kültüralizm”, endüstri kentinin “hasta” olarak nitelenmesi ve hastalığın ancak bir “örnek kent”le aşılabileceği hususunda  şimdiye kadar özetlediğimiz “ilericilik”le anı fikirde ise de, “çareler” söz konusu olduğunda ondan ayrılmaktadır. “İlericilik”in tekniğin gücüne inanması ve dolayısyla ilerinin ideal kentini giderek gelişecek bu gücün her alanda sağlayacağı zenginlik ve rahatlık üzerine kurmasının tersine, “kültüralizm” kapitalizme olduğu gibi makinelaşmaya da karşı çıkmış, “eski kültürel komünotelerin nostaljisi” ona asıl karakterini kazandırmıştır. Bu şehircilik anlayışını paylaşan düşünürler, endüstrileşmeyle ortaya çıkan ve nicelikseol yanın ağır bastığı, kayıtsızlığın hakim olduğu bir dünya karşısında eski kentlerin organik birliğini savunmuşlardır. “bu modelin ideolojik kilit taşı artık ilerleme değil, kültür kavramıdır.” Pugin, çağının zorla ele geçirilmiş “üstünlük maskesini” indirerek, geçmişin değerlerine dikkat çekmek isterken, şehircilik alanında gerçekleşen su, gaz, kanalizasyon ağı gibi yenilikleri yadsımıyor; bütün bunların “aynı zamanda tam tutarlı ve Hristiyan bir üslupla” kurulmuş bir kentle birlikte olabileceğini ileri sürüyordu. Ruskin de çok etkilendiği Pugin gibi sanat, mimari, kent konusunda nostaljik bir düşünceyi benimsemekte, döneminin monoton mimarisini eleştrirken çeşitliliğin övgüsünü yapmakta ve kenti bir kültürel bütünlük, bir organizma olarak anlamaktadır. Ruskin’e göre, ulusal mimarilerin karakterleri, onların yalnızca, iklime ve yere uygunluklarından değil, aynı zamanda içinde geliştikleri özel “zihinsel iklim”le bağlantısından, birlikteliğinden kaynaklanıyordu.

 KROPOTKİN: “GELECEĞE KURAL KONAMAZ”

“İlerici” şehircilik örnekleri bilime, tekniğe güven besleyip; ulaşılacak “ideal insan” tipine yaraşır kenti; oturma, çalışma, dinlenme gibi kullanım biçimlerine göre bölerek, her kullanım biçimi için de standart bir yapı öngörmüştür. Bu anlayış, kentini “düzenli ve çok temiz” olarak sunarken, “kültüralist” akım, maddeci uygarlığa karşı kültürü, “mal” karşısında “eser”i savunmuş, doğayla uyum içinde yaşatmayı amaçladığı insanlarına Ortaçağ kentlerini örnek alan, farklılığın, önceden kestirilemezliğin gerçekleştiği organik bir kent tasarlamıştır. Fakat bu farklılıklarına rağmen, her iki şehircilik anlayışı da, önceden söylediğimiz gibi kentle birlikte toplumu da değiştirmek kaygısını taşımaktadır. Ayrıca her iki anlayış için de, betimlemeler farklı olsa da geleceğin kenti örnek olarak tasarlanmakta, “kent bir süreç ya da bir problem olarak düşünülme yerine, her zaman, indirgenebilir bir nesne, bir şey olarak ortaya konmaktadır.” Bu ortak özellik Marx ve Engels tarafından olduğu gibi, Kropotkin tarafından da özellikle eleştirilmiştir. Bu anarşist düşünür “ilerici ütopyalar”ın havasını solunamaz buluyor, “geleceğe kural konamaz” diyerek, üniformalarıyla, düzen ve disiplinleriyle her şeyleri belirlenmiş örnek komünotelerin en güzel eleştirilerinden birini yapıyordu: “Hemen bütün komünler neredeyse tam bir dinsel coşkunluk atılımı sonucu kuruldu. İnsanlardan ‘insanlığın öncüleri’ olmaları, çok titiz bir ahlakın kurallarına boyun eğmeleri, komünist hayatla yeniden biçimlenmeleri, çalışma ve bunun dışındaki saatlerini, bütün zamanlarını Komün’e vermeleri; tamamen Komün için yaşamaları isteniyordu. Bu, sağduyudan uzak bir durumdu. Bu, keşişler gibi davranmak ve insanlardan –hiç gereği olmadan- olmadıkları gibi olmalarını istemekti. Kropotkin’e göre yapılacak iş, kağıt üzerine, her şeyiyle belirlenmiş ideal siteler çizmek değil, “temel eğilimleri bulmaya çalışmak ve onlara yolu açmak”tı. Toplumsal değişiklik isteyenler, mücadelenin, değiştirilmek

İstenen toplumun yakınında olmalıdırlar. Komüne dönüştürülmüş bir kent de tek başına yaşayamayacağından, komünizme yönelik hareket bir köy ya da kente değil, ancak kenti ve kırı içine alan geniş bir alan üzerinde başlayabilir.

 MARXİZM VE KENT

Marks ve Engels de, Kropotkin gibi ütopist sosyalistlerin ideal sitelerini eleştirenler arasındaydılar. Her ikisi de erkenden kent sorununa eğilmiş, sorunu kendi sistemleriyle tutarlı bir biçimde incelemişlerdi.

Marksizm’in kent konusuna yaklaşımı bugün için ne ifade etmektedir.? Özellikle engel’in yazdıklarından çıkarılacak sonuç, bu sorunun halledilmesi-hatta düşünülmesi içinde “Büyük Akşam”ın beklenmesi değil midir? Şimdiden ne örnek kentler tasarlamak, ne de işçilerin konutlarını düzeltici bir takım “reformist” girişimlere bel bağlamak gerekir. Sorun, kapitalist üretim biçimiyle birlikte zorunlu olarak kentinde ortadan kalkmasıyla çözülecektir. Ütopist sosyalistler, ideal kentlerinde kent-kır karşıtlığını ortadan kaldırarak doğru bir öngörüde bulunmuşlardır. Fakat bu öngörü, çizilen örnek kentlerle değil, toplumsal mücadele ve daha çok büyük endüstrinin bir gereksinimi olarak gerçeklik kazacaktır. Marxizm için kentler, işçilere sunduğu şartlar bakımından kötü, tarihsel gelişim içinde oynayacakları vazgeçilmez rol bakımından ise gereklidir. Marxizm yalnızca ütopist sosyalistlerin ideal kentlerine karşı çıkmamakta, geleceğin kenti üzerine şimdiden başlayacak bir arayışın da önünü kapamaktadır. Kent karşısında böyle bir tavrın doğal sonucu olarak, kentsel mücadele de üzerinde düşünülüp, gerçekleştirilecek ayrı bir alan olmaktan çıkmaktadır.

 MİLİTER ŞEHİRCİLİK

III. Napoleon’un, Valisi Haussman’la birlikte başlattığı Paris’i yenileme çalışmaları, bütün bu ve buna benzer nedenlere dayanıyor gözükse de, Komün’de yakılan yapılara bakarak, bu şehircilik anlayışının da başka kaygıları olduğunu söyleyebiliriz. Paris Komünü, Haussmann’ın kentten sürdüğü işçilerin kentleri tekrar ele geçirmeleriydi. Çoğu yenilemede olduğu gibi, Paris’in yenilenmesi de işçi mahallelerini dağıtmış, işçileri kentten uzaklaştırmıştı. XIV. Louis’den bu yana istenen, fakat savaşların yol açtığı mali imkansızlıkların da etkisiyle bir türlü gerçekleştirilmeyen ”örnek kent”e, Haussmann’ın Paris Valiliği’nde bulunduğu on altı yıllık bir süre içinde kente getirdiği yeni düzenle ulaşıldı. Prens Bonaparte’ın imparator olmasını izleyen bu yıl göreve getirilen Haussmann, imparatorun onayı ve teşvikiyle gerçekleştirildiği Paris’i yenileme harekâtıyla, şehircilik tarihinde kendi adıyla anılan ”militer şehircilik” anlayışının kurucusu oldu. III. Napoleon, etkilendiği ütopist sosyalistlerin şehircilik anlayışına uygun olarak düz caddeler, geniş yeşil alanlar, geometrik bir kent istiyordu. Yeni Paris bir Fransız bahçesi gibi (geometrik) tasarlanmalı, parklarsa natüralist anlayışa göre çizilen İngiliz bahçesi tarzında düzenlenmeliydi. Haussmann’a göre “Fransa’nın başı ve kalbi” olan Paris diğer kentler gibi seçimle gelen belediye meclislerine teslim edilemezdi. Paris yönetimi kentlilere bırakılmayacak derecede önemli, “büyük yolların, demiryollarının, telgraf tellerinin, her şeyin” kendisine varmak istediği,”yasaların, kararnamelerin, kararların, emirlerin, her şeyin” kendisinden dağıldığı bir merkezdi.

Haussmann’ın eseri yalnızca temizlik ve dolaşım gibi iki boyuta indirgenebilir görünse de bir çok yazarın- ve Haussmann’ın bizzat kendisinin- belirttiği gibi, yenileme planının ayaklanmalara karşı önlemlerin alınmasına imkân verecek biçimde hazırlandığı apaçıktı. Haussmann, büyük yapıların etrafının hem bu yapıların görünüşünü daha güzel kılacak, hem de bir ayaklanma anında daha rahat bir savunma  sağlayacak biçimde açılmasını istiyor,büyük bulvarların açılmasının kentte yalnızca hava ve ışık değil, askeri birliklerin de dolaşımına imkan tanıyacağını belirtiyordu.  

 1871’den sonra su ve gazın yaygın bir biçimde evlere sokulması bile işçiyi evine kapamak gibi bir niyet taşımaktadır. Eve giren bütün bu yenilikler aileyi kendi içine kapıyor, günlük hayatını sürdürmesi için dışarıya olan bağını koparıyordu. “evinde su olması, aynı zamanda, çamaşırın artık çamaşırhaneye götürülmeyeceği demekti.” Haussmann’nn yönetiminde idarecilerin ve mühendislerin tasarlayıp gerçekleştirdikleri ve sonradan Fransa ve Avrupa’nın birçok kentinde de örnek alınan şehircilik anlayışı, bir kenti dışardan değiştirmenin, aynı zamanda bir kentin yaşama biçimini, kültürünü, insanlarını değiştirmek olduğunun en iyi örneğiydi.

 HAYATI DEĞİŞTİRMEK KENTİ DEĞİŞTİRMEKTİR

Belçikalı bir mühendis olan Jobard, 1849’da yayımladığı “Mimarinin Geleceği” başlıklı makalesinde şöyle diyor: “Büyük mimari devrimler her zaman büyük toplumsal devrimleri izlemiştir; ne kadar uzun olursa olsun ara dönemler boyunca yalnızca küçük değişiklikler olur. Radikal bir galeyan, beylik okulları ve fikirleri kazıyıncaya kadar eskiye uğraşmakla yetinilir”.

Rusya’da sanatçıların çarlık rejiminin son yıllarında başlatıp, yirmili yıllarda sürdürdükleri “estetik devrim”, gene o yıllarda Avrupa ve özellikle Fransa’da ortaya çıkan yeni resmine çok şey borçluydu. Rus resmi, başlarda, Batı’daki yeni akımlarla ilişkisinde daha çok pasif bir durumdayken, kısa sürede özgün bir karakter kazanarak bu resimle karşılıklı bir etkileşim içine girmişti.

Cezanne’ın, doğadaki her şeyin resimde silindir ve küre gibi geometrik şekillerle anlatılabileceğini ileri süren düşüncesini benimseyen eserleriyle ortaya çıkan Kübizm, doğadaki biçim ve renklerle bunların resimdeki anlatımları arasındaki uygunsuzluğu sergilemekteydi. Resim bize, artık “yalnızca biçimi bozulmuş nesnelerin izlerini göstermektedir”. Kübizm, Rönesans perspektifini kırmakta, bir nesneye bir tek açıdan değil, değişik açılardan bakmaktaydı. Kübist ressamlar, perspektifin geleneksel üç boyutuna bir dördüncüsünü, zamanı eklemektedirler.

Marinetti, yapılar ve kentteki bu yenilemeyi, 1911’de, Fütürizm adlı kitabında şöyle dile getirmişti: “Yapımı süren bir evin iskelesinden daha güzel bir şey olamaz-iskele, bizim olup bitenlerin değişimi karşısındaki ateşli tutkumuzu simgeliyor. Korkaklığın ve uykunun kamp kurduğu, bitmiş ve gerçekleştirilmiş şeylere yuh olsun!”

Fütürizm büyük kentin bir ürünü olarak doğuyor, fütüristler eğilimleri, arzuları ve düşleriyle modern insanın, ancak büyük kentte gerçekleşebileceğine inanıyorlardı. Fütüristler, kentsel gerçeklikten hareketle birçok alanda gerçekten yaratıcı oldularsa da, önceden söylediğimiz gibi yeniyi ararken kullandıkları üslubun savaşa, şiddete, viriliteye açık olması, onları, aynı zamanda faşizme de yaklaştırdı.

Devrim sonrasında kenti konu alan hareketleri de etkileyecektir. Rus fütüristlerin şiirden mimariye bütün alanlarda eski biçimlere aldırırken kullandıkları üslup, Marinette’yi pek çok bakımdan hatırlatmaktadır.

Ortaya konan yeni biçimler Devrim’le beraber gelişen yeni toplumsal tasarılarla birlikte, her şeyiyle “yeni bir hayat biçimi”ni yaratmak için bir bütün oluşturacaktır. Sanatçılar, daha Devrim öncesinde atölyelerinden çıkmak, dünyayı yeni bir biçim ve anlamla donatmak isteyeceklerdir. Bu dünya, iskemlesi, masası, çaydanlığı gibi, resmi mimarisi ve kentleriyle de yeni olacaktır.

Rusya’da, Devrim sonrası “yeni hayat biçimi”nin oluşturulması için üzerinde önemle durulan bir başka konu da “aile”dir. Bu kurumun geleneksel yapısına getirilen eleştiriler ve yeni bir “aile” arayışının, devrim sonrasının mimari ve şehircilik anlayışına etkisi de büyük olacaktır. Geleneksel ailenin büyük bir değişime uğrayacağına inananlar, eski aileyi barındıran konu tipinin yerine de yenisini önereceklerdir.

Mimarlar ve şehirciler, bazılarının sonraki yıllardaki uygulamalara zemin hazırlayan çalışmalarına rağmen, sosyalist toplumun mimarisi ve kentin başka olması gerektiğine, hayatı değiştirmenin kenti değiştirmek demek olduğuna inanarak çözümler aramaktadırlar. Yapılanlar bozulmakta, önerilenlerden vazgeçilmektedir. Sovyetler Birliği’nde, bu yıllarda, bu alanda yaşayanlar da oldukça karmaşık bir yapıdadır. Devrim öncesi Rusya’sından bu yana Kübizm, Fütürizm, Süprematizm, Konstrüktivizm gibi bir çok modern akımın içinden geçerek gelen bu mimar –şehircilerin taşıdıkları mesaj, Devrim sonrası ve özellikle yirmili yılların sonrasının politik yapısıyla ne tür bir ilişki içinde düşünülebilir?

Despotlar kendilerini “mimar” olarak görmektedirler, çünkü “toplumun mimarı” olarak, biçimlendirmek istedikleri insanları, bu insanlara uygun yapılarda, kentlerde biçimlendireceklerdir. Onlara bu duyguları veren mimarlığın ve şehirciliğin politika ve ideolojiyle içiçeliği değil midir? Sovyetler Birliği’ndeki yirmili yılların mimar-şehircileri de sosyalist bir toplumun kalıbını bulmaya çalışmaktadırlar. “Kenti değiştirmek, hayatı değiştirmektir” formülü, her zaman için geçerlidir. Despotların kentleri de, değiştirdikleri hayata göre düzenlenmiştir. Fakat söz konusu olan, özlenen hayat, demokratik bir toplumu gerektiriyorsa, bu kez kurulacak kenti çizecek olan despot olmadığı gibi mimar-şehirci de değildir. Kitlelerin etkin katılımı gerçekleşmeden demokratik bir toplumun oluşmasının imkânsız olması gibi, böyle bir toplumun seçeceği kent de- mimarisinden yönetimine, kültüründen kokusuna-ancak yine kitlelerin etkin katılımıyla biçimlenebilir. Sovyetler Birliği’nde, yirmili yılların mimar-şehircilerinin yeni yapılar ve kentler tasarlarken yanlarında eksik olan da, Devrim’in ilk yıllarından itibaren sahneden çekilen kitleler değil midir? Henri Lefebre şöyle diyor: “Ne mimar, ne şehirci, ne sosyolog ya da ekonomist ne de filozof ya da devlet adamı, buyrukla yeni ilişkiler ve biçimleri yoktan var edemez. Yalnızca toplumsal hayat (praksis) yaratıcı gücünün bütününde böyle bir güce sahip ya da değildir.”

 ÇAĞDAŞ ‘MİMAR- DEMİURGOS’LAR

Ütopistler, çalışkan, ahlaklı ve tabii homojen bir topluma yakışacak, anıtsallıktan kaçan ve standardizasyona yönelen yapı ve kentleri çizmeye çalışmışlardı. İktidara başvuranlar bunlar arasında da eksik olmamasına rağmen ütopistlerin, genelde yüzlerini topluma çevirdiklerini söyleyebiliriz. Fakat önceden de söylediğimiz gibi, burada ilginç olan nokta,  ütopist mimar-şehircinin iktidara değil de toplum için çizmesine rağmen, bu kez mimar-şehircinin kendisi “mimar-demiurgos” olarak iktidara yerleşmemektedir. Hakikat ve hakikatle birlikte iktidarı elinde tuttuğunu söyleyen şimdi O’dur. O artık, Andre Gutton’un geleceğin şehircilerine seslenirken söylediği gibi, “insana gerekli huzur ortamını arayan” bir babadır. Kendi “toplumun mimarı” olarak gören despotların “mimarlığa” özenmeleri çağrıştıran bir biçimde, mimar-şehirci de kendini “toplumun mimarı” olarak görmeye başlayarak “despotlaşmaktadır.”

Bu uzun dönemde mimar-şehirci olmaya niyetlenenlerin hemen hiçbiri “meslekten” değildi. Filozoftular, devlet adamıydılar, yazardılar vb. Fakat mimarı ve şehircilikte meslekten olanların sonradan savunduğu birçok şeyi ilk düşünenler, bu “amatörler”di:  Dama planı, standardizasyon, toplu konut, “hijyen” ve tabii “düzen”, “disiplin” vb. Herkes çağının toplumsal hareketlerinin, ideolojisinin, teknolojisinin diliyle konuşuyorsa da,  ilk ütopistlerden yüzyılımıza bir çok ilke olduğu gibi taşındı.

Rasyonalist-fonksiyonalist mimarinin temsilcileri arasında politikaya en az yakını belki Le Corbusier olmasına rağmen, bu mimar-şehircinin çok kıvrak bir üslupla anlatmaya çalıştığı düşünceleri de –bütün ütopistlerde olduğu gibi-ideolojik ve politik bir mesaj taşıyordu. Bu “mimar-demiurgos”da istekleri kendisi için meçhul olmayan insanlara ideal bir kent öneriyordu. İnsanların istekleri “fazla değildi.” Bütün insanların istekleri vardı. İnsana bakınca bir makineyi görüyorduk: beden sinir sistemi ve kan dolaşımı. Bu “makine insan”ın oturacağı ev de bir makine olarak anlaşılmalıydı. Güneşi, sıcak-soğu suyu, istenilen derecede ısısı ile bir makine. Koltuğun oturmak için bir araç olması gibi, konut ve giderek kent de belli gereksinimlerin karşılanması için bir araç, bir makineydi. Le Corbusier de ütopistlerin izinden giderek modern bir kentin trafiği, suyolları, kanalizasyonu, kaldırımları doğruyu zorunlu kılmaktadır: “eğri yol eşeklerin yolu, doğru yol insanların yoludur.”

 MİMARİDE KATILIM

Mimar- şehirci eğer tek başına “ideal kenti”ni kuracak imkân bulabilseydi, bu kentte politik ve ideolojik boyuttan arınmış bir kent olamayacaktı. Toplumsal ilişkilere, genel olarak  “hayat biçimi”ne müdahale etmeyen “nötr” bir mimari ve de şehircilik “bilimi”nden söz edemeyiz.

Bernard Rudofsky 1964’de yayımlanan Mimarsız Mimari adlı kitabında “mimari yalnızca teknisyenlere bırakmayacak kadar ciddi bir şeydir” diyordu. Mimar-şehircinin kendisinden bu şekilde söz etmesi yeni bir şeydi. Günümüz toplumlarında merkezi-yerel iktidarların hizmetindeki “büro”ların gücü karşısında sesi gittikçe kısılan Fransa’da 1940’ta Vichy hükümeti döneminde kurulan “Mimarlar Loncası” gibi iktidarda kendisinin olduğuna inandığı yeri istemiyor, tersine sahip olduğu haklardan da vazgeçiyordu. Konutları, kentleri kuracak olanlar idareciler olmadığı gibi, mimar şehircilerde değildi; mimar-şehirci insanlara konut ve kent kurmayı öğreteceği yerde, bu işi yüz yıllardır yapan insanlardan kendisinin öğrenecekleri vardı. Her şeyden önce mimar-şehircinin bütün insanlar için ideal bir kent öneremeyeceği; bu biçimde her yerde geçerli bir kentin olamayacağı; kentin onu yaratan halkın kültürünün bir ifadesi olduğu: Doğu ve Batı kültürünün mekânı farklı biçimde anladığı; deşik halkların değişik kentleri olabileceği anlaşıldı. “Mimarlar artık ortalama insan için ev yapmamalıdırlar, çünkü bu insan mevcut değildir. Mimarlar milyonlarca kişi için ev yapamazlar, çünkü onları tanımıyorlar. Mimarların yapacağı tek şey, her bireysel kişiliğe, kendi istek ve arzusuna göre kullanabilmesi için azami serbestlik tanıyan strüktürlerdir. Bu mimarın kent sakini karşısında zorunlu olarak iktidardan çekilmesidir. Yeni formül şudur: Artık mimarlık yoktur; yalnızca kent sakinleri vardır, fakat bazı sakinler diğerlerinden daha geniş teknik bilgiye sahiptirler…” Yani şehircilik konusunda da öz yönetim.

Birçok yazarın, konut sorunun en uygun biçimde çözümlenmesi için katılımdan söz etmeleri, ister istemez bizim gibi gecekondusu bol ülkelerin insanlarını gülümsetecektir. Zaten üçüncü dünya denilen dünyanın kentlerinin büyük bölümünü yurttaşların katılımı- hem de tam bir katılım, planından yapımına kadar-ile kurulmuş mahalleler oluşturmamakta mıdır? Eğer Illich’in dediği gibi, insan ancak emek verdiği bir yeri “evim” diye benimseyebiliyorsa, gecekondular bu hazı vermemekte midir? Yeni bir şeymiş gibi sunulmak istenen “evini kendin yap” formülü bu ülkelerde zaten yıllardır yürürlükte değil midir? Bütün bu türden sorular sosyal konut’un “ev”  gereksinimini en uygun biçimde karşılayacak tek çözüm olarak görüldüğü ülkelerde ister istemez akla gelecektir. Akla gelmekte haklıdır, çünkü devletin konut sorunu gibi bir sorunu olmadığı ülkelerde, kent nüfusunun yarısını barındıran gecekondu mahalleleri insanların en temel gereksinimlerine cevap vermeyecek derecede unutulmuştur; dolayısıyla “katılımsız̶ 1; da olsa suyu, elektriği, yolu, lağımı olan bir konut üzerinde çeşitlemeler yapmanın sırası değildir! Akla gelmekte haksızdır, çünkü gelişmiş ülkelerin uyguladığı konut politikasına yönelerek, hiçbir şeyine katılınmadan içine girilen konutların da kısa sürede istenmeyen yer olacağı açıktır; dolayısıyla isteyen insanların evlerini kendileri planlayıp yapmaları, kendilerine gerekli teknik ve parasal yardım yapılmak şartıyla desteklenmesi gerekli bir girişimdir. Nitekim, gecekondu mahallelerini “hemen kazınması gerekli yerler olarak görmeyip, onlarda olumlu bir şeyler bulan, hatta sırasında onların övgüsünü yapan yazarların söyledikleri de başka bir şey değildir. Leonard Duhl için de, gecekondu mahalleleri üzerinde düşünülmeden reddedilecek bir yerleşme biçimi değildir. Duhl’a göre gecekondular, bir çok grup için şimdiye kadar hiçbir şehircinin eşdeğerini bulamadığı bir çekicilik taşımaktadır. Gecekondularda yaşayanlar burada köylerinin bir benzerini kurup, bir komünote oluşturmaktadırlar. Onlar için fiziksel çevre kişiliklerinin bir elemanı, evlerinin yakınlığı, mahallenin gürültüsü bir gereksinimdir. Bu insanlar için kendilerinin olan bu dünyadan çıkıp, gereksinimlere cevap vermeyen “yeni toplu konutların steril sardalya kutularına” yerleşmek, beraberinde büyük bir sarsıntıyı da getirecektir.”  Fakat yine Duhl’a göre de, gecekondu mahallelerinin insan ilişkilerine olumlu katkısının belirtilmesinden, buraların olduğu gibi korunması gerektiği biçiminde bir sonuç çıkarılmamalıdır. O da “yeni kentlerin orada yaşayan bütün tabaların Özlemlerini karşılayabilmesi için yeni yollar bulmak gerektiğini” söylemektedir.

Hasan Fathi de haklı olarak, gecekonduların kuruluşundaki yaratıcıktan, kendilerine hiçbir şey verilmeyen milyonlarca insanın konut sorunlarının çözümünde gösterdikleri inanılmaz çabadan, Lima’da yaşanan bir olaydan kalkarak övgüyle söz etmektedir: 1959’da Lima’da yüz bin kişi kente on yedi kilometre uzaklıktaki boş bir alana yerleşmek için gizlice örgütlenir, sokakları, meydanları, okulları ve kiliseleri de içine alan bir yerleşme planı hazırlar. Bir gece yarısına yakın, ellerinde planları ve malzemeleriyle yola çıkan binlerce insan, saat 22 ve 24 arasında bin ev kurarlar. Polisin gece yarısı hareketi engellemesine rağmen beş bin kişi buraya yerleşmeyi başarır. “Eğer beş bin kişi”, demektedir. Hasan Fathi, “resmi engellemeye rağmen planlarını çizdikleri bir banliyöye bir gecede yerleşebiliyorlarsa, bu insanlar devletin biraz özendirmesiyle ne yapmazlar?”

 DEMOKRASİ İÇİN BİR MÜCADELE: KENTSEL HAREKETLER

“Sosyal konut” denen ve gerçekten üst üste yerleştirilmiş “steril sardalya kutularını” andıran konut tipi, artık bahçeli ev hayal eden Batı insanı için yaşanmaz bir yer haline gelirken, herhalde gecekondularda yaşayanlar için bir “düş” olmayı sürdürmektedir. Gelişmemiş ülkeler bu konuda, konut konusunda da, gelişmiş ülkelerin izinden mi gideceklerdi? Gidebildiklerini varsayarsak,  belli bir dönemden sonra sıra onların da aynı soruları sorup, sonra yine benzer çözümleri aramalarına mı gelecektir? Yoksa gelişmemiş ülke toplumları şimdiden kendi istek ve gereksinimlerini daha iyi tanıyıp, komutunu ve kentini ona göre kurmaya ya da yönlendirmeye mi başlamalıdır? Le Corbusier, Şandigarh için plan hazırlarken, kendisine ülkesinin geleneklerini hatırlatan mimara, “Eğer siz makineye,  pantolona ve demokrasiye evet diyorsanız, ne demek Hintli gelenekleri?” diyordu. Oysa biliyoruz ki, demokrasi pantolonlu da olabilir, pantolonsuzda. Demokrasi, insanların kendilerine kabul ettirilmeye çalışılan “ideal” bir “pantolon” içinde, “Işıldayan Kent”te oturup, “ideal” davranışları benimsemeleri değildir. Demokrasinin varlığından, ancak değişik istek ve gereksinimleri olan insanların bu istek ve gereksinimlerini tanıyıp geliştirebilecekleri, bunlar doğrultusunda konutlarını ve kentlerini biçimlendirebildikleri zaman söz edebiliriz. Mimar-şehircinin, bir Japon’u İngiliz bahçesinde dolaştırmak istemesi gibi, bir ülkedeki merkezi-yerel iktidarların konut politikasını, kent planlamasını kendi “zevkleri” doğrultusunda yönlendirmek istemeleri de “despot”luktur. Demokratik şehirciliğin savunucularından Christopher Alexander’ın belirttiği gibi, bir yapıyı kullanacak olanların, neye gereksinimleri olduğunu herkesten iyi bildikleri gibi, bir kentte yaşayacak olanlar da kendilerinin bir uzantısı olacak kentin nasıl olması gerektiği –eğer bunu düşünmek, tartışmak, denemek imkânı bulabilirse- sorusuna en iyi cevabı verecek olanlardır. Demokratik bir toplum, ancak yurttaşların katılımıyla oluştuğu gibi, böyle bir toplumun kentleri de yine onların katılımlarıyla kurulabilir.

Kentsel hareketler, Batı’da özellikle altmışlı yıllardan itibaren geleneksel politik (seçim ) ve sendikal mücadelelerin yanı sıra gelişerek, Manuel Castells’in belirttiği gibi geniş kitlelerin bilinçlenmesi için çok önemli bir aracı, doğrudan demokrasinin, katılım demokrasisinin “okulu” olma yoluna girmiştir. Yurttaşlar seçimden seçime kullandıkları seçme haklarının ve işyerlerinde işleriyle ilgili olarak verdikleri mücadelenin yanı sıra, günlük hayatta karşılaştıkları bütün sorunları tartışmak ve çözmek amacıyla binlerce dernek içinde bir araya gelmişlerdir. Bu dernekler İtalya’da görüldüğü gibi sırasında sendikalarla da işbirliği yaparak yüz binlerce insanı konut, ulaşım, aydınlanma, ısınma vb. sorunların çözümü için ortak mücadeleye sokmuştur. Kentlerdeki boş konutlara açıktaki aileler yerleştirilmiş, elektrik, telefon, gaz, ulaşım fiyatlarına yapılan zamlara “kendin indirim yap” uygulamalarıyla karşı çıkılmıştır. Birçok sosyolog, şehirciliğin kentsel hayatın demokratizasyonu yönünde kentliler, teknisyenler ve seçilmiş yöneticiler arasında gerçekleşecek bir iş birliğini zorunlu görmektedir. Fakat bu üçlü içinde asıl rol, birincilere düşmektedir. Ancak kentli yurttaşlar, kentin gerçek sahipleri, herkesten iyi bildikleri gereksinim ve isteklerini belirleyip zenginleştirerek merkezi ve yerel yönetimler karşısına çıkabilirlerse, kendi hayat biçimlerinin ve kültürlerinin uzantısı bir kente sahip olabilirler. Kentlilerin bu demokratik deneylerle kentlerine sahip çıkmaları, demokrasiye, yani Yona Friedman’ın bir kitabının başlığını hatırlayarak söyleyecek olursak ,”başkaları arasında ne şef ne de köle olmadan” yaşayabilecekleri bir toplumu savunmalarıdır.

 Görsel