DEMOKRASİ ARAYIŞINDA KENT
GÜVERCİNLERİN İNTİKAMI
Gramsci’den bu yana sıkça yinelenen “Doğu’da devlet her şeydir”. Evet, “Doğu’da devlet her şeydir”, “bir şey” değil, ama konuşmayan, her tarafı ve herkesi kaplamış, ettikleriyle “mesut ve bahtiyar”, suskun bir “her şey”.
Konumuzla ilgili olarak söylersek, Batı’da, devlet, “ev”i ve “şehir”i kurarken eyleminin yanında bir sürü de laf etmişken, bizde tamamen farklı olarak insanların “yuvasını yapmak” için bildik yöntemlerle yetinmiş.
Çok yeri değil ama, “şehir”den başkalarına da değinelim, ve hadi diyelim ki, “şehir”i olduğu gibi “Hapishane”yi, “Okul”u, “Ordu”yu söze döken bir devletimiz olmadığından, karşıdan bu söze karışan da pek fazla olmamış.
İktidar mı insanları konuşturuyor ya da dilsiz kılıyor? Bunu, böylece, baştan söylemek yanlış gibi geliyor. Öbür tarafta konuşanlar “iktidar”a karşı konuşmamışlar mı? Kendisine karşı konuştukları şey, nalsı olur da onların konuşmasını mümkün kılabilir?
Konuşamayınca ne olur? Sözcüklerin aradan çıktığı yerde, yönetenlere de yönetilenlere de düşen şiddettir ve şiddet yanıt beklemez, o bir dil değildir.
Şehirlerimizi kuranlar, değiştirenler, imha edenler “şehir”den ne anlıyor, ona nasıl bakıyorlar? Merkezi ya da yerel yönetimlerin gönlünde nasıl bir şehir yatıyor?
Ankara’nın bir dönem önceki yerel yöneticileri, bir spor salonuna Adnan Ötüken adını vermişlerdi. Adnan Ötüken de, yine herkesin hatırladığı gibi, bir kütüphaneci ve soyadının çağrıştırdığı konularda eserler vermiş yazardı. Burada da nasıl olmuştu da, bu kişinin adı bir buz pateni salonunun cephesine asılmıştı. Nitekim, Ötüken’in karısı ve kızı bu durumu protesto etmişler ve Adnan Ötüken’in genelde sporla, özellikle de buz pateniyle hiçbir ilişkisi olmadığını belirtmek gereksinimi duymuşlardı.
Bu değerlendirmeye karşı, “Niçin? Batı ülkelerinde de böyle bir uygulama yok mu?” denebilir. Fakat biliyoruz ki, örneğin bir Paris’te, bir sanatçının, diyelim bir ressamın, Braque’ın adı, bir mekâna uygun bulunurken, seçilen yer bir bowling salonu değildir.
Bir toplum kendisine ulaşan hiçbir şeyi sevmeden, anlamaya ve zenginleştirmeye çalışmadan nasıl yeni bir kültür yaratabilir?
KENTSEL DEVRİM
Bütün Babil kentlerinin takımyıldızlar içinde bir ilk örneği vardır. Kentler yaradılışın başlamış olduğu merkezde kurulmuştur. Babil, tanrıların oradan yeryüzüne indikleri “tanrının kapısı”dır. Gordon Childe, M.Ö. 3000 yıllarında Mısır, Mezopotamya ve İndüs vadisinde ortaya çıkan toplumsal değişiklikleri “kentsel devrim” olarak adlandırmaktadır. Childe’a göre, bu bölgelerde, bu tarihlerde ortaya çıkanlar artık “basit çiftliklerden oluşan küçük topluluklar değil, çeşitli meslek ve sınıfları içeren devletlerdir. Yeni kentler kapladıklar alan ve nüfus bakımından eki yerleşim yerlerine oranla çok daha büyük ve kalabalıktır. Ayrıca bu kentler daha da önemli olarak, yeni bir toplumsal işbölümünü getirmekte, artık besin üretimi işinden uzaklaşmış rahipleri, prensleri, profesyonel askerleri, birçok alanda uzmanlaşmış zanaatkarları ve memurları barındırmaktadır. Kent bu işbölümünü yansıtır biçimde şekillendirmekte, tapınak, saray, anıtsal mezar, atölye gibi yapılar ön plana çıkmaktadır. Kentler artık önceki kültürden çok farklı bir politik, ekonomik ve dinsel düzenin, yani uygarlığın merkezidir. İnsanlık “kentsel devrim”le, “ilkellik”ten “uygarlığa” , yani “devletsiz toplum”dan “devletli toplum”a geçmektedir. Kenti karakterize eden çizgiler her şeyden önce politiktir.
KENTSEL DEVRİM, BÜROKRATİK DEVRİM
“Kentsel Devrim” aynı zamanda bir “bürokratik devrim”dir. “Toplumdan daha kuvvetli bir devlet”, “doğu despotizmi” tarihte bu dönemde ortaya çıkmıştır. Son derece merkeziyetçi yapıda olan bu devletlerin despotlarına, sınırsız iktidarlarının cismanileşeceği bir merkez gereklidir. Bu merkez, kentin mimari üslubu da yine despotun sınırsız iktidarına tanıklık edecek biçimde anıtsal olmalıdır. Dinsel sembolizm, bu kentlerin kuruluşunda herhalde her şeyden önce gelmektedir. Cismani ve tinsel iktidar birleşmekte, tanrılar krallara kentler bağışlamaktadırlar. Mısır’da firavun, bir tanrı ya da “tanrının oğlu”dur. Sümer kralı annesinin karnında “kutsal değerlerle ve özellikle güç ve bilgelikle donatılmış” olup, doğumundan sonra da tanrı tarafından beslenmektedir. Tanrı-kral birliği, bir yandan toplumsal düzenin güvencesi olan “aşkın” etkeni (tanrı) politize etmekte, öte yandan ise politik etkeni (kral) aşkınlaştırmaktadır.
Kentsel devrim, gerçekten erkek egemenliğinin de başlangıcıydı. Bu toplumsal ve siyasal değişikliklere, kadınların toplumda ve ana figürünün dinde oynadığı rolde meydana gelen derin bir değişiklik eşlik etti. Artık tüm yaşamın ve yaratıcılığın kaynağı toprağın üretkenliği değil, yeni icatlar, teknikler yaratan zihin, soyut düşünce yeteneği ve yasalarıyla birlikte devletti. Kentlerdeki kale ve dinsel yapılar genellikle dikdörtgen biçimindeydi. Erkek egemenliğinin mimarideki sembolleri doğru çizgi, dik açı, dikilitaşlardı. Şehircilik ve mimarideki bu eğriler-doğrular kavgası, bilindiği gibi günümüze kadar uzanıyor. Yakın zamanda eğrilerin bir savunucusu, Frederick Kiesler şöyle yazıyordu: “Şimdiye kadar mimari erkeklere özgüydü. Şimdi kadın bedeni gibi, son bulmayan sürekliliğiyle kadına özgü bir mimari başlıyor.”
DİYALOG KENTE GİRİYOR
Aristo, Politika’da sitenin insanların yalnızca varoluşlarını sürdürmelerini değil, insan özüne uyan bir biçimde “iyi yaşamaları” amacını da taşıdığını söylemektedir.
Atina sitesi, VIII. Yüzyıldan itibaren İyonya’da kurulmaya başlanan, kutsallaşmış bir monarktan kurtulmuş bu siteler içinde demokrasiyi en çok düşünmüş ve yaşamış olanıydı. Özellikle VI. yüzyılın sonunda Klistenes’in reformlarıyla sitenin hayatı çok değişmiş, toplumun yönetimi bütün Atinalı yurttaşların katıldığı meclise (eklesia) geçmişti. Site artık yurttaşların sitesiydi. Mecliste her şey tartışılıyor, sitedeki hayat Finley’in belirttiği gibi söz’ün, diyalog’un üzerine kuruluyordu. Solon’un reformlarının gerçekleştirdiği yasa önünde eşitlik (İsonomia) kavramına, V. yüzyılda herkesin eşit olarak konuşması (İsegoria) kavramı da ekleniyordu. Kamu işlerinin yürütülmesinde uzmanlık tanınmıyor, her yurttaş hayatı boyunca toplumun yönetiminde muhakkak önemli bir görevi üstleniyordu.
Politikada olduğu gibi bütün sanat etkinliklerinde de uzmanlaşmaya yabancı olan Atinalılar, bu alanda da katılımın en iyi örneklerini verdiler. En az 2000 Atinalı bu etkinliklerde yer alıyordu. Yani yurttaşlar, sonradan imparatorluklarda ortaya çıkabileceği gibi, bütün bu etkinlikleri “seyretmek”le yetinmiyor, onlara katılıyor, “aktörleri” oluyorlardı. İnsanları biçimlendiren site idi, fakat site onların sitesiydi. Tiranlıktan o derece çekiniyorlardı ki, kentin mühürünü elinde bulunduran kimse her gün kura ile yeniden belirleniyordu.
GEOMETRİ KENTE İNİYOR
Birinci kuşak sofistler, Protagras’ın anlattığı mitte dile geldiği gibi, “politik erdem”in herkeste bulunduğunu savunan demokrasi taraftarlarıdır. Oysa şimdi Platon, Skrates’in ağzından erdemi bilgiye, herkesçe kavranamayacak bir bilgiye bağlayarak uzlaşımsal demokrasiye karşı çıkmaktadır. Artık bir “açık toplum” kuramcısı olan Protagoras’ın yerini, mutlak bilgi ve mutlak iktidarı birbirine bağlayan filozoflar almaktadır. Bu gelişme, sanki kenti biçimlendirmektedir. V.yüzyılın sonlarına kadar Doğu uygarlıklarının tersine kendini çevreleyen kıra, denize açık yaşayan kent, bu tarihten sonra surlarının altında kapanmaktadır. Platon, Atina demokrasisinde geçerli olan ve yurttaşlara, gösterdikleri farklılıklar ne olursa olsun eşit adalet dağıtan “aritmetik eşitlik” karşısına, eşit olmayana eşit davranmayı öğütleyen “geometrik eşitlik”i çıkarmaktadır. Aristo, Politika1da Hippodamos’u “Oriphon’un oğlu, kentlerin geometrik çizimini icat eden”diye tanıtmaktadır. Darus’un orduları Milet’i fethedip yıktıklarında, bu ilk şehirci-ütopist, kenti yeniden kurmak için bir plan hazırlayacaktır. Hippodamos, dama tahtasını örnek alan bir kent planı önermektedir. Kentin sokakları birbirini dik kesecektir. Önceden söylediğimiz gibi, eski kentlerde de dikdörtgen biçiminde tapınak ve anıtlara, birbirini dik kesen caddelere rastlanıyordu. Fakat Hippodamos, “geometrik yasaya yalnızca bir tapınağı, bir anıtı değil, bir kentin planını, sokaklarını, meydanlarını, konutlarını ve yurttaşlarını ve bağlamaktadır. Hippodamos, yine bütün ütopistler gibi, yeni bir kent isterken yeni bir toplum, hiyerarşi, iş bölümü de istemektir. Kozmos’da gözlenen uyum, yalnızca kentin taşlarında değil, toplumda da okunmalıdır. Üç sınıfa ayrılmış, onbin kişilik bir site tasarlamaktadır. Zanaatkârlar, çiftçiler ve savaşçılar, Hiodamos, toprağı da üçe bölerek, birincisinin gelirini tanrıların kültlerine, ikincisininkini savaşçılara ve yöneticilere, sonuncusunun ürünlerini de çiftçilerin kendilerine ayırmaktadır.
FİLOZOFUN KENTİ
Platon’un sitesinin nasıl kurulacağının en açık anlatıldığı yerlerden birisi Devlet’teki şu satırlardır: “Bir şehri ve insanlarının karakterlerini tuval diye alacaklar ve her şeyden önce tuvallerini tertemiz yapacaklar- hiç de kolay bir iş değildi bu. Fakat biliyorsun, bunu bütün ötekilerden ayıracak nokta da tam burası. Temiz bir tuval verilmedikçe ya da kendileri temizlemedikçe, bizimkiler bir şehrin ya da bir bireyin üstünde çalışmaya başlamayacaklar. Mükemmel bir site mümkündür, fakat bunu sağlayacak olan halk değil, aklın doğru sesini işiten filozoftur.
POLİS’TEN ‘KOZMOPOLİS’E
Stoacılığın kurucusu Zenon’un ütopyası, artık Platon’unkinden çok farklıdır. Platon, Devlet’ini site çerevesinde düşünürken, Zenon’un yazdığı Devlet’teki asıl ilke, “insanların sitelerde ayrı yasaları olan halklar olarak” ayrılmamasıdır. Bu dönem, sitenin filozoflarıyla birlikte çökerken, monarşinin filozoflarıyla birlikte doğduğu bir dönemdi. Plutarkhos bu birlikteliği şöyle açıklıyor: “ Zenon’un bir rüyaya benzer hayalini İskender gerçekleştirdi… dünyanın bütün halklarını bir krater içinde kaynaştırırcasına birleştirdi… Herkesin, yeryüzünü kendi yurdu olarak görmesini… İnsanlardan iyilerine akraba, kötülerine de yabancı olarak bakmasını istedi.”
KENTİN TANRISINDAN TANRI’NIN KENTİNE
Ütopistlerin kentleri de, bu mükemmelliği kurmak istediklerinden, her zaman bir “ütopya” olarak kalmaya mahkûmdur. Kentin kent olabilmesi için “mükemmel” olmaması gerekir de, denebilir belki. Çünkü “söz”ün, diyalogun, farklılığın olduğu yerdir gerçek kent.
KENTİN HAVASI ÖZGÜR KILAR
Avrupa’da X.. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan kentler, gerçek kentlerin habercisidir. Bu yüzyıldan itibaren piskoposluk kentleri ve kale-kentler etrafında oluşmaya başlayan yerleşim alanları (portus) hızlı bir gelişim onunda, yanına yerleştikleri eski kentlerin havasını da tamamen değiştirmiş, her şeyiyle yeni burjuva kentlerine dönüşmüştür. Pirenne’in tezine göre, X. Yüzyılda kentlerde gözlenen bu değişimin nedeni, ticaretin canlanmasıdır. Gezgin tüccarlar, uzun yolculuklarında sığındıkları dinsel ve kale kentlerin etrafında yeni yerleşim yerleri kurmuşlar, ticaretin çektiği zanaatçılarla birlikte, buraları, kısa sürede zengin bir kente dönüştürmüşlerdir. Kentler, bu şekilde, “ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır.”
Kent içinde, değişik grup ve sınıflar arasında değişik ittifaklarla bir mücadele yaşanırken, kentle kır arasındaki uçurumda gittikçe büyüyordu. Duvarlar arkasındaki zenginliği ve ayrıcalıklarını hiç kimseyle paylaşmak istemeyen burjuvalar, çok değil, birkaç yüzyıl önce içinden çıktıkları kırsal toplumu küçümsemeye, köyü yalnızca bir hammadde ambarı gibi görmeye başlıyor ve günümüze kadar devam edecek kentli (uygar )- köylü ( kaba )ayrımını yerleştiriyorlardı.
Giderek güçlenen monarşilerle, kentlerin özgür yurttaşları biraz da kendilerinin yardımıyla kurulan güçlü devletlerin uyrukları haline dönüştüler. Kentler belki çözüm bulabilecek, bağımsızlıklarını yitirmeden bir birlik içinde toplanabilecekken, “prensin kentleri” haline geldiler. Yeni bir biçimde beliren devlet artık kargaşaya son verecek, ülkenin bütününde düzeni sağlayacaktı.
MONARŞİ GELİŞİYOR, CADDELER GENİŞLİYOR
Monarkların, ülkelerindeki kiliseyi kendilerine bağlayarak eski despotları hatırlatmaları gibi, kentler de birbirini dik kesen uzun ve geniş caddeleri, garnizonlarıyla eski mutlakıyetçi dönemlerdeki modellerini, bu kez çok daha iddialı olarak yeniden keşfediyordu. Askerler daralıp genişleyen, kıvrılan sokaklarda gösteri yapamazlardı. Düzenli ve etkili bir geçit için “geniş bir meydan ya da geniş ve düz bir cadde zorunluydu..” yeni topluma uygun görülmeyen ortaçağ kentlerinin eğri yolları hakkında herhalde yüzyılımızın bir ütopist-şehircisi gibi düşünülüyordu: “ Eğri yol eşeklerin yoludur; doğru yol insanların yolu.”
‘YOK ÜLKE’NİN SIKICI KENTİ
Ütopistler, insanın çevresiyle biçimleneceğine inandıklarından, tasarladıkları “ideal toplum”a önce bir “ideal kent” kurmakla işe başladılar. Bu “ideal kentler”in hemen hepsi kâğıt üzerinde kaldı; çünkü toplum “ideal toplum” olmayı her zaman reddetti.
ENDÜSTRİ KENTİ
XIX. yüzyıldan itibaren küçük tesislerin yerini alan büyük fabrikalar, giderek yeni enerji merkezleri etrafında toplanırken, geçen yüzyıllarda olduğundan çok daha hızlı biçimde kente göçen işçi ve işsizler ordusu da fabrikaların etrafında yerleşmeye başladı. 1830’dan sonra yaygınlaşan demiryolları büyük kentlerin merkezine kadar ulaşırken, enerji ve hammadde gereksinimi kolaylıkla sağlandığından, geçtiği bölgeleri de yeni endüstri merkezine dönüştürdü. Engels 1845’de, Londra’da 50.000 kişinin “her sabah, gece nerede yatacaklarını bilmeden uyandıklarını” yazıyor. Fabrikaların hemen yanında yapılan işçi evlerinin durumu daha iç açıcı değildi. Yan yana ve sırt sırta kötü malzemeyle yapılmış bu küçük evlerin arka odaları ışıksız ve havasızdı. İşci mahallelerinin çamur ve çöplerle kaplı yollarında, çocuklar ve domuzlar birlikte geziniyordu. Bazı kentlerde bu işçi mahalleri o derece “iyi” yerleştirilmişti ki, Manchester’de olduğu gibi, varlıklı birisi bir işçi mahallesi ya da işçilerle karşılaşmadan” yıllarca yaşayabilirdi.” Ama zamanla, mesleklere göre ayrılmış Ortaçağ kentlerinin mahallelerinden farklı olarak zenginliğe göre sınırları çizilmiş bu burjuva mahlallelerinin tam bir güvenlik sağlamadığı, “iyi mahalleler”in biraz ilerideki sefaletle birlikte yıllarca yaşayamayacağı anlaşıldı: İşçiler yaklaşamıyorlardı, ama kolera, tifo, tifüs oralara da ulaşmıştı. Burjuvalar, Ortaçağ zenginlerinin vebadan kaçmaları gibi, ya kentin merkezini yoksullara bırakarak banliyölere çekildiler ya da kentin merkezindeki işçi mahallelerinden (hastalık ve ayaklanma merkezi) geniş caddeleler geçirerek onları kentin dışına sürdüler.
XIX. yüzyılda endüstri kentini eleştiren, kenti konu alan bir diğer önemli düşünce çizgisini de Marx, Engels ve Kropotkin geliştirmiştir. Bu düşünürlerse, farklı nedenlerle de olsa, geleceğin kentini önceden kararlaştırılmış bir örneğe göre çizmeye çalışan ütopistlerin şehircilik anlayışını eleştirmede birleşmiş, kent konusunda örnek sunmayan düşünceleriyle yüzyılımızın şehirciliğini farklı biçimde etkilemişlerdir.
OLMAYAN BİR İNSANA İDEAL BİR KENT
Toplumsal ilişkileri atlayarak yalnızca konumuzla ilgili benzerliklere Türkiye örneğinde değinecek olursak: Ülkenin kentleri öyle bir duruma gelmektedir ki, sanki çapsız bir ütopist-şehircinin elinden çıkmıştır. Batıdan doğuya kara yolundan yapılacak bir yolculuk hemen hemen birbirinin aynı kentlerden geçerek tamamlanmaktadır. Kente her yerde aynı genişlikteki düz caddelerden girilmekte; caddelerin iki yanına aynı “plansızlık”a göre yapılmış yapılar sıralanmakta; kentin merkezinde aynı hükümet konaklarına rastlanılmakta; benzer üniformalar içindeki öğrenciler aynı lise ya da sanat liselerinden çıkmaktadırlar.
Endüstride makinelaşmanın zenginlikle birlikte ortaya çıkardığı yoksulluğun, büyük bölümünde okunduğu büyük kentlere bir tepki olarak doğan bu minyatür kentler, paternalist biçimlerinin bir sonucu olarak üyeler arası bir iç çatışmayı dışlıyordu. Sindirilmiş bir çalışma disiplini ve komünote ahlakıyla, işlerin her türlü çatışmadan uzak ilelebet yolunda gitmemesi için bir neden yoktu. Ancak, asla küçümsenmemesi gereken bu deneyler, çatışmayı dışladıkları içinde hareketsizliğe, dağılmasalar belki de birer “kışla”ya benzemeye mahkumdu. “ İlerici şehircilik” örnekleri endüstriyi kabulleniyor, hatta kimi zaman onun yaratacağı zenginliği ve otomasyonu, insanlığın mutluluğu için tek yol görüyor; fakat kırlara taşınmış ve tarımla tamamlanmış bu endüstrinin zorunlu olarak yol açacağı-ve açtığı- toplumsal hareketlerin kurulacağını umdukları bir “uyumla” aşılacağını öngörüyordu. İşçi sınıfı büyük kentlerin kapkara işçi mahallelerinde kötü konutlarda oturuyor, kötü besleniyor, çok çalışıyordu. Ama çok geçmeden bu işçi mahallelerinin toplumsal çatışmaların odaklarından birisi olduğu görüldü. Kentler kapkaraydı; ancak bu kez boyutları daha genişlemiş bir demokrasi için verilen mücadelenin asıl sahnesi de yine bu kentler olacaktı.
NOSTALJİK-KÜLTÜRALİST YAKLAŞIM
XIX. yüzyılda büyük endüstri kentlerini eleştiren ve alternatif olarak “örnek kentler” ileri süren bir başka şehircilik anlayışı da, Françoise Choay’ın sınıflandırmasıyla “kültüralist” anlayıştır. “Kültüralizm”, endüstri kentinin “hasta” olarak nitelenmesi ve hastalığın ancak bir “örnek kent”le aşılabileceği hususunda şimdiye kadar özetlediğimiz “ilericilik”le anı fikirde ise de, “çareler” söz konusu olduğunda ondan ayrılmaktadır. “İlericilik”in tekniğin gücüne inanması ve dolayısyla ilerinin ideal kentini giderek gelişecek bu gücün her alanda sağlayacağı zenginlik ve rahatlık üzerine kurmasının tersine, “kültüralizm” kapitalizme olduğu gibi makinelaşmaya da karşı çıkmış, “eski kültürel komünotelerin nostaljisi” ona asıl karakterini kazandırmıştır. Bu şehircilik anlayışını paylaşan düşünürler, endüstrileşmeyle ortaya çıkan ve nicelikseol yanın ağır bastığı, kayıtsızlığın hakim olduğu bir dünya karşısında eski kentlerin organik birliğini savunmuşlardır. “bu modelin ideolojik kilit taşı artık ilerleme değil, kültür kavramıdır.” Pugin, çağının zorla ele geçirilmiş “üstünlük maskesini” indirerek, geçmişin değerlerine dikkat çekmek isterken, şehircilik alanında gerçekleşen su, gaz, kanalizasyon ağı gibi yenilikleri yadsımıyor; bütün bunların “aynı zamanda tam tutarlı ve Hristiyan bir üslupla” kurulmuş bir kentle birlikte olabileceğini ileri sürüyordu. Ruskin de çok etkilendiği Pugin gibi sanat, mimari, kent konusunda nostaljik bir düşünceyi benimsemekte, döneminin monoton mimarisini eleştrirken çeşitliliğin övgüsünü yapmakta ve kenti bir kültürel bütünlük, bir organizma olarak anlamaktadır. Ruskin’e göre, ulusal mimarilerin karakterleri, onların yalnızca, iklime ve yere uygunluklarından değil, aynı zamanda içinde geliştikleri özel “zihinsel iklim”le bağlantısından, birlikteliğinden kaynaklanıyordu.
KROPOTKİN: “GELECEĞE KURAL KONAMAZ”
“İlerici” şehircilik örnekleri bilime, tekniğe güven besleyip; ulaşılacak “ideal insan” tipine yaraşır kenti; oturma, çalışma, dinlenme gibi kullanım biçimlerine göre bölerek, her kullanım biçimi için de standart bir yapı öngörmüştür. Bu anlayış, kentini “düzenli ve çok temiz” olarak sunarken, “kültüralist” akım, maddeci uygarlığa karşı kültürü, “mal” karşısında “eser”i savunmuş, doğayla uyum içinde yaşatmayı amaçladığı insanlarına Ortaçağ kentlerini örnek alan, farklılığın, önceden kestirilemezliğin gerçekleştiği organik bir kent tasarlamıştır. Fakat bu farklılıklarına rağmen, her iki şehircilik anlayışı da, önceden söylediğimiz gibi kentle birlikte toplumu da değiştirmek kaygısını taşımaktadır. Ayrıca her iki anlayış için de, betimlemeler farklı olsa da geleceğin kenti örnek olarak tasarlanmakta, “kent bir süreç ya da bir problem olarak düşünülme yerine, her zaman, indirgenebilir bir nesne, bir şey olarak ortaya konmaktadır.” Bu ortak özellik Marx ve Engels tarafından olduğu gibi, Kropotkin tarafından da özellikle eleştirilmiştir. Bu anarşist düşünür “ilerici ütopyalar”ın havasını solunamaz buluyor, “geleceğe kural konamaz” diyerek, üniformalarıyla, düzen ve disiplinleriyle her şeyleri belirlenmiş örnek komünotelerin en güzel eleştirilerinden birini yapıyordu: “Hemen bütün komünler neredeyse tam bir dinsel coşkunluk atılımı sonucu kuruldu. İnsanlardan ‘insanlığın öncüleri’ olmaları, çok titiz bir ahlakın kurallarına boyun eğmeleri, komünist hayatla yeniden biçimlenmeleri, çalışma ve bunun dışındaki saatlerini, bütün zamanlarını Komün’e vermeleri; tamamen Komün için yaşamaları isteniyordu. Bu, sağduyudan uzak bir durumdu. Bu, keşişler gibi davranmak ve insanlardan –hiç gereği olmadan- olmadıkları gibi olmalarını istemekti. Kropotkin’e göre yapılacak iş, kağıt üzerine, her şeyiyle belirlenmiş ideal siteler çizmek değil, “temel eğilimleri bulmaya çalışmak ve onlara yolu açmak”tı. Toplumsal değişiklik isteyenler, mücadelenin, değiştirilmek
İstenen toplumun yakınında olmalıdırlar. Komüne dönüştürülmüş bir kent de tek başına yaşayamayacağından, komünizme yönelik hareket bir köy ya da kente değil, ancak kenti ve kırı içine alan geniş bir alan üzerinde başlayabilir.
MARXİZM VE KENT
Marks ve Engels de, Kropotkin gibi ütopist sosyalistlerin ideal sitelerini eleştirenler arasındaydılar. Her ikisi de erkenden kent sorununa eğilmiş, sorunu kendi sistemleriyle tutarlı bir biçimde incelemişlerdi.
Marksizm’in kent konusuna yaklaşımı bugün için ne ifade etmektedir.? Özellikle engel’in yazdıklarından çıkarılacak sonuç, bu sorunun halledilmesi-hatta düşünülmesi içinde “Büyük Akşam”ın beklenmesi değil midir? Şimdiden ne örnek kentler tasarlamak, ne de işçilerin konutlarını düzeltici bir takım “reformist” girişimlere bel bağlamak gerekir. Sorun, kapitalist üretim biçimiyle birlikte zorunlu olarak kentinde ortadan kalkmasıyla çözülecektir. Ütopist sosyalistler, ideal kentlerinde kent-kır karşıtlığını ortadan kaldırarak doğru bir öngörüde bulunmuşlardır. Fakat bu öngörü, çizilen örnek kentlerle değil, toplumsal mücadele ve daha çok büyük endüstrinin bir gereksinimi olarak gerçeklik kazacaktır. Marxizm için kentler, işçilere sunduğu şartlar bakımından kötü, tarihsel gelişim içinde oynayacakları vazgeçilmez rol bakımından ise gereklidir. Marxizm yalnızca ütopist sosyalistlerin ideal kentlerine karşı çıkmamakta, geleceğin kenti üzerine şimdiden başlayacak bir arayışın da önünü kapamaktadır. Kent karşısında böyle bir tavrın doğal sonucu olarak, kentsel mücadele de üzerinde düşünülüp, gerçekleştirilecek ayrı bir alan olmaktan çıkmaktadır.
MİLİTER ŞEHİRCİLİK
III. Napoleon’un, Valisi Haussman’la birlikte başlattığı Paris’i yenileme çalışmaları, bütün bu ve buna benzer nedenlere dayanıyor gözükse de, Komün’de yakılan yapılara bakarak, bu şehircilik anlayışının da başka kaygıları olduğunu söyleyebiliriz. Paris Komünü, Haussmann’ın kentten sürdüğü işçilerin kentleri tekrar ele geçirmeleriydi. Çoğu yenilemede olduğu gibi, Paris’in yenilenmesi de işçi mahallelerini dağıtmış, işçileri kentten uzaklaştırmıştı. XIV. Louis’den bu yana istenen, fakat savaşların yol açtığı mali imkansızlıkların da etkisiyle bir türlü gerçekleştirilmeyen ”örnek kent”e, Haussmann’ın Paris Valiliği’nde bulunduğu on altı yıllık bir süre içinde kente getirdiği yeni düzenle ulaşıldı. Prens Bonaparte’ın imparator olmasını izleyen bu yıl göreve getirilen Haussmann, imparatorun onayı ve teşvikiyle gerçekleştirildiği Paris’i yenileme harekâtıyla, şehircilik tarihinde kendi adıyla anılan ”militer şehircilik” anlayışının kurucusu oldu. III. Napoleon, etkilendiği ütopist sosyalistlerin şehircilik anlayışına uygun olarak düz caddeler, geniş yeşil alanlar, geometrik bir kent istiyordu. Yeni Paris bir Fransız bahçesi gibi (geometrik) tasarlanmalı, parklarsa natüralist anlayışa göre çizilen İngiliz bahçesi tarzında düzenlenmeliydi. Haussmann’a göre “Fransa’nın başı ve kalbi” olan Paris diğer kentler gibi seçimle gelen belediye meclislerine teslim edilemezdi. Paris yönetimi kentlilere bırakılmayacak derecede önemli, “büyük yolların, demiryollarının, telgraf tellerinin, her şeyin” kendisine varmak istediği,”yasaların, kararnamelerin, kararların, emirlerin, her şeyin” kendisinden dağıldığı bir merkezdi.
Haussmann’ın eseri yalnızca temizlik ve dolaşım gibi iki boyuta indirgenebilir görünse de bir çok yazarın- ve Haussmann’ın bizzat kendisinin- belirttiği gibi, yenileme planının ayaklanmalara karşı önlemlerin alınmasına imkân verecek biçimde hazırlandığı apaçıktı. Haussmann, büyük yapıların etrafının hem bu yapıların görünüşünü daha güzel kılacak, hem de bir ayaklanma anında daha rahat bir savunma sağlayacak biçimde açılmasını istiyor,büyük bulvarların açılmasının kentte yalnızca hava ve ışık değil, askeri birliklerin de dolaşımına imkan tanıyacağını belirtiyordu.
1871’den sonra su ve gazın yaygın bir biçimde evlere sokulması bile işçiyi evine kapamak gibi bir niyet taşımaktadır. Eve giren bütün bu yenilikler aileyi kendi içine kapıyor, günlük hayatını sürdürmesi için dışarıya olan bağını koparıyordu. “evinde su olması, aynı zamanda, çamaşırın artık çamaşırhaneye götürülmeyeceği demekti.” Haussmann’nn yönetiminde idarecilerin ve mühendislerin tasarlayıp gerçekleştirdikleri ve sonradan Fransa ve Avrupa’nın birçok kentinde de örnek alınan şehircilik anlayışı, bir kenti dışardan değiştirmenin, aynı zamanda bir kentin yaşama biçimini, kültürünü, insanlarını değiştirmek olduğunun en iyi örneğiydi.
HAYATI DEĞİŞTİRMEK KENTİ DEĞİŞTİRMEKTİR
Belçikalı bir mühendis olan Jobard, 1849’da yayımladığı “Mimarinin Geleceği” başlıklı makalesinde şöyle diyor: “Büyük mimari devrimler her zaman büyük toplumsal devrimleri izlemiştir; ne kadar uzun olursa olsun ara dönemler boyunca yalnızca küçük değişiklikler olur. Radikal bir galeyan, beylik okulları ve fikirleri kazıyıncaya kadar eskiye uğraşmakla yetinilir”.
Rusya’da sanatçıların çarlık rejiminin son yıllarında başlatıp, yirmili yıllarda sürdürdükleri “estetik devrim”, gene o yıllarda Avrupa ve özellikle Fransa’da ortaya çıkan yeni resmine çok şey borçluydu. Rus resmi, başlarda, Batı’daki yeni akımlarla ilişkisinde daha çok pasif bir durumdayken, kısa sürede özgün bir karakter kazanarak bu resimle karşılıklı bir etkileşim içine girmişti.
Cezanne’ın, doğadaki her şeyin resimde silindir ve küre gibi geometrik şekillerle anlatılabileceğini ileri süren düşüncesini benimseyen eserleriyle ortaya çıkan Kübizm, doğadaki biçim ve renklerle bunların resimdeki anlatımları arasındaki uygunsuzluğu sergilemekteydi. Resim bize, artık “yalnızca biçimi bozulmuş nesnelerin izlerini göstermektedir”. Kübizm, Rönesans perspektifini kırmakta, bir nesneye bir tek açıdan değil, değişik açılardan bakmaktaydı. Kübist ressamlar, perspektifin geleneksel üç boyutuna bir dördüncüsünü, zamanı eklemektedirler.
Marinetti, yapılar ve kentteki bu yenilemeyi, 1911’de, Fütürizm adlı kitabında şöyle dile getirmişti: “Yapımı süren bir evin iskelesinden daha güzel bir şey olamaz-iskele, bizim olup bitenlerin değişimi karşısındaki ateşli tutkumuzu simgeliyor. Korkaklığın ve uykunun kamp kurduğu, bitmiş ve gerçekleştirilmiş şeylere yuh olsun!”
Fütürizm büyük kentin bir ürünü olarak doğuyor, fütüristler eğilimleri, arzuları ve düşleriyle modern insanın, ancak büyük kentte gerçekleşebileceğine inanıyorlardı. Fütüristler, kentsel gerçeklikten hareketle birçok alanda gerçekten yaratıcı oldularsa da, önceden söylediğimiz gibi yeniyi ararken kullandıkları üslubun savaşa, şiddete, viriliteye açık olması, onları, aynı zamanda faşizme de yaklaştırdı.
Devrim sonrasında kenti konu alan hareketleri de etkileyecektir. Rus fütüristlerin şiirden mimariye bütün alanlarda eski biçimlere aldırırken kullandıkları üslup, Marinette’yi pek çok bakımdan hatırlatmaktadır.
Ortaya konan yeni biçimler Devrim’le beraber gelişen yeni toplumsal tasarılarla birlikte, her şeyiyle “yeni bir hayat biçimi”ni yaratmak için bir bütün oluşturacaktır. Sanatçılar, daha Devrim öncesinde atölyelerinden çıkmak, dünyayı yeni bir biçim ve anlamla donatmak isteyeceklerdir. Bu dünya, iskemlesi, masası, çaydanlığı gibi, resmi mimarisi ve kentleriyle de yeni olacaktır.
Rusya’da, Devrim sonrası “yeni hayat biçimi”nin oluşturulması için üzerinde önemle durulan bir başka konu da “aile”dir. Bu kurumun geleneksel yapısına getirilen eleştiriler ve yeni bir “aile” arayışının, devrim sonrasının mimari ve şehircilik anlayışına etkisi de büyük olacaktır. Geleneksel ailenin büyük bir değişime uğrayacağına inananlar, eski aileyi barındıran konu tipinin yerine de yenisini önereceklerdir.
Mimarlar ve şehirciler, bazılarının sonraki yıllardaki uygulamalara zemin hazırlayan çalışmalarına rağmen, sosyalist toplumun mimarisi ve kentin başka olması gerektiğine, hayatı değiştirmenin kenti değiştirmek demek olduğuna inanarak çözümler aramaktadırlar. Yapılanlar bozulmakta, önerilenlerden vazgeçilmektedir. Sovyetler Birliği’nde, bu yıllarda, bu alanda yaşayanlar da oldukça karmaşık bir yapıdadır. Devrim öncesi Rusya’sından bu yana Kübizm, Fütürizm, Süprematizm, Konstrüktivizm gibi bir çok modern akımın içinden geçerek gelen bu mimar –şehircilerin taşıdıkları mesaj, Devrim sonrası ve özellikle yirmili yılların sonrasının politik yapısıyla ne tür bir ilişki içinde düşünülebilir?
Despotlar kendilerini “mimar” olarak görmektedirler, çünkü “toplumun mimarı” olarak, biçimlendirmek istedikleri insanları, bu insanlara uygun yapılarda, kentlerde biçimlendireceklerdir. Onlara bu duyguları veren mimarlığın ve şehirciliğin politika ve ideolojiyle içiçeliği değil midir? Sovyetler Birliği’ndeki yirmili yılların mimar-şehircileri de sosyalist bir toplumun kalıbını bulmaya çalışmaktadırlar. “Kenti değiştirmek, hayatı değiştirmektir” formülü, her zaman için geçerlidir. Despotların kentleri de, değiştirdikleri hayata göre düzenlenmiştir. Fakat söz konusu olan, özlenen hayat, demokratik bir toplumu gerektiriyorsa, bu kez kurulacak kenti çizecek olan despot olmadığı gibi mimar-şehirci de değildir. Kitlelerin etkin katılımı gerçekleşmeden demokratik bir toplumun oluşmasının imkânsız olması gibi, böyle bir toplumun seçeceği kent de- mimarisinden yönetimine, kültüründen kokusuna-ancak yine kitlelerin etkin katılımıyla biçimlenebilir. Sovyetler Birliği’nde, yirmili yılların mimar-şehircilerinin yeni yapılar ve kentler tasarlarken yanlarında eksik olan da, Devrim’in ilk yıllarından itibaren sahneden çekilen kitleler değil midir? Henri Lefebre şöyle diyor: “Ne mimar, ne şehirci, ne sosyolog ya da ekonomist ne de filozof ya da devlet adamı, buyrukla yeni ilişkiler ve biçimleri yoktan var edemez. Yalnızca toplumsal hayat (praksis) yaratıcı gücünün bütününde böyle bir güce sahip ya da değildir.”
ÇAĞDAŞ ‘MİMAR- DEMİURGOS’LAR
Ütopistler, çalışkan, ahlaklı ve tabii homojen bir topluma yakışacak, anıtsallıktan kaçan ve standardizasyona yönelen yapı ve kentleri çizmeye çalışmışlardı. İktidara başvuranlar bunlar arasında da eksik olmamasına rağmen ütopistlerin, genelde yüzlerini topluma çevirdiklerini söyleyebiliriz. Fakat önceden de söylediğimiz gibi, burada ilginç olan nokta, ütopist mimar-şehircinin iktidara değil de toplum için çizmesine rağmen, bu kez mimar-şehircinin kendisi “mimar-demiurgos” olarak iktidara yerleşmemektedir. Hakikat ve hakikatle birlikte iktidarı elinde tuttuğunu söyleyen şimdi O’dur. O artık, Andre Gutton’un geleceğin şehircilerine seslenirken söylediği gibi, “insana gerekli huzur ortamını arayan” bir babadır. Kendi “toplumun mimarı” olarak gören despotların “mimarlığa” özenmeleri çağrıştıran bir biçimde, mimar-şehirci de kendini “toplumun mimarı” olarak görmeye başlayarak “despotlaşmaktadır.”
Bu uzun dönemde mimar-şehirci olmaya niyetlenenlerin hemen hiçbiri “meslekten” değildi. Filozoftular, devlet adamıydılar, yazardılar vb. Fakat mimarı ve şehircilikte meslekten olanların sonradan savunduğu birçok şeyi ilk düşünenler, bu “amatörler”di: Dama planı, standardizasyon, toplu konut, “hijyen” ve tabii “düzen”, “disiplin” vb. Herkes çağının toplumsal hareketlerinin, ideolojisinin, teknolojisinin diliyle konuşuyorsa da, ilk ütopistlerden yüzyılımıza bir çok ilke olduğu gibi taşındı.
Rasyonalist-fonksiyonalist mimarinin temsilcileri arasında politikaya en az yakını belki Le Corbusier olmasına rağmen, bu mimar-şehircinin çok kıvrak bir üslupla anlatmaya çalıştığı düşünceleri de –bütün ütopistlerde olduğu gibi-ideolojik ve politik bir mesaj taşıyordu. Bu “mimar-demiurgos”da istekleri kendisi için meçhul olmayan insanlara ideal bir kent öneriyordu. İnsanların istekleri “fazla değildi.” Bütün insanların istekleri vardı. İnsana bakınca bir makineyi görüyorduk: beden sinir sistemi ve kan dolaşımı. Bu “makine insan”ın oturacağı ev de bir makine olarak anlaşılmalıydı. Güneşi, sıcak-soğu suyu, istenilen derecede ısısı ile bir makine. Koltuğun oturmak için bir araç olması gibi, konut ve giderek kent de belli gereksinimlerin karşılanması için bir araç, bir makineydi. Le Corbusier de ütopistlerin izinden giderek modern bir kentin trafiği, suyolları, kanalizasyonu, kaldırımları doğruyu zorunlu kılmaktadır: “eğri yol eşeklerin yolu, doğru yol insanların yoludur.”
MİMARİDE KATILIM
Mimar- şehirci eğer tek başına “ideal kenti”ni kuracak imkân bulabilseydi, bu kentte politik ve ideolojik boyuttan arınmış bir kent olamayacaktı. Toplumsal ilişkilere, genel olarak “hayat biçimi”ne müdahale etmeyen “nötr” bir mimari ve de şehircilik “bilimi”nden söz edemeyiz.
Bernard Rudofsky 1964’de yayımlanan Mimarsız Mimari adlı kitabında “mimari yalnızca teknisyenlere bırakmayacak kadar ciddi bir şeydir” diyordu. Mimar-şehircinin kendisinden bu şekilde söz etmesi yeni bir şeydi. Günümüz toplumlarında merkezi-yerel iktidarların hizmetindeki “büro”ların gücü karşısında sesi gittikçe kısılan Fransa’da 1940’ta Vichy hükümeti döneminde kurulan “Mimarlar Loncası” gibi iktidarda kendisinin olduğuna inandığı yeri istemiyor, tersine sahip olduğu haklardan da vazgeçiyordu. Konutları, kentleri kuracak olanlar idareciler olmadığı gibi, mimar şehircilerde değildi; mimar-şehirci insanlara konut ve kent kurmayı öğreteceği yerde, bu işi yüz yıllardır yapan insanlardan kendisinin öğrenecekleri vardı. Her şeyden önce mimar-şehircinin bütün insanlar için ideal bir kent öneremeyeceği; bu biçimde her yerde geçerli bir kentin olamayacağı; kentin onu yaratan halkın kültürünün bir ifadesi olduğu: Doğu ve Batı kültürünün mekânı farklı biçimde anladığı; deşik halkların değişik kentleri olabileceği anlaşıldı. “Mimarlar artık ortalama insan için ev yapmamalıdırlar, çünkü bu insan mevcut değildir. Mimarlar milyonlarca kişi için ev yapamazlar, çünkü onları tanımıyorlar. Mimarların yapacağı tek şey, her bireysel kişiliğe, kendi istek ve arzusuna göre kullanabilmesi için azami serbestlik tanıyan strüktürlerdir. Bu mimarın kent sakini karşısında zorunlu olarak iktidardan çekilmesidir. Yeni formül şudur: Artık mimarlık yoktur; yalnızca kent sakinleri vardır, fakat bazı sakinler diğerlerinden daha geniş teknik bilgiye sahiptirler…” Yani şehircilik konusunda da öz yönetim.
Birçok yazarın, konut sorunun en uygun biçimde çözümlenmesi için katılımdan söz etmeleri, ister istemez bizim gibi gecekondusu bol ülkelerin insanlarını gülümsetecektir. Zaten üçüncü dünya denilen dünyanın kentlerinin büyük bölümünü yurttaşların katılımı- hem de tam bir katılım, planından yapımına kadar-ile kurulmuş mahalleler oluşturmamakta mıdır? Eğer Illich’in dediği gibi, insan ancak emek verdiği bir yeri “evim” diye benimseyebiliyorsa, gecekondular bu hazı vermemekte midir? Yeni bir şeymiş gibi sunulmak istenen “evini kendin yap” formülü bu ülkelerde zaten yıllardır yürürlükte değil midir? Bütün bu türden sorular sosyal konut’un “ev” gereksinimini en uygun biçimde karşılayacak tek çözüm olarak görüldüğü ülkelerde ister istemez akla gelecektir. Akla gelmekte haklıdır, çünkü devletin konut sorunu gibi bir sorunu olmadığı ülkelerde, kent nüfusunun yarısını barındıran gecekondu mahalleleri insanların en temel gereksinimlerine cevap vermeyecek derecede unutulmuştur; dolayısıyla “katılımsız̶ 1; da olsa suyu, elektriği, yolu, lağımı olan bir konut üzerinde çeşitlemeler yapmanın sırası değildir! Akla gelmekte haksızdır, çünkü gelişmiş ülkelerin uyguladığı konut politikasına yönelerek, hiçbir şeyine katılınmadan içine girilen konutların da kısa sürede istenmeyen yer olacağı açıktır; dolayısıyla isteyen insanların evlerini kendileri planlayıp yapmaları, kendilerine gerekli teknik ve parasal yardım yapılmak şartıyla desteklenmesi gerekli bir girişimdir. Nitekim, gecekondu mahallelerini “hemen kazınması gerekli yerler olarak görmeyip, onlarda olumlu bir şeyler bulan, hatta sırasında onların övgüsünü yapan yazarların söyledikleri de başka bir şey değildir. Leonard Duhl için de, gecekondu mahalleleri üzerinde düşünülmeden reddedilecek bir yerleşme biçimi değildir. Duhl’a göre gecekondular, bir çok grup için şimdiye kadar hiçbir şehircinin eşdeğerini bulamadığı bir çekicilik taşımaktadır. Gecekondularda yaşayanlar burada köylerinin bir benzerini kurup, bir komünote oluşturmaktadırlar. Onlar için fiziksel çevre kişiliklerinin bir elemanı, evlerinin yakınlığı, mahallenin gürültüsü bir gereksinimdir. Bu insanlar için kendilerinin olan bu dünyadan çıkıp, gereksinimlere cevap vermeyen “yeni toplu konutların steril sardalya kutularına” yerleşmek, beraberinde büyük bir sarsıntıyı da getirecektir.” Fakat yine Duhl’a göre de, gecekondu mahallelerinin insan ilişkilerine olumlu katkısının belirtilmesinden, buraların olduğu gibi korunması gerektiği biçiminde bir sonuç çıkarılmamalıdır. O da “yeni kentlerin orada yaşayan bütün tabaların Özlemlerini karşılayabilmesi için yeni yollar bulmak gerektiğini” söylemektedir.
Hasan Fathi de haklı olarak, gecekonduların kuruluşundaki yaratıcıktan, kendilerine hiçbir şey verilmeyen milyonlarca insanın konut sorunlarının çözümünde gösterdikleri inanılmaz çabadan, Lima’da yaşanan bir olaydan kalkarak övgüyle söz etmektedir: 1959’da Lima’da yüz bin kişi kente on yedi kilometre uzaklıktaki boş bir alana yerleşmek için gizlice örgütlenir, sokakları, meydanları, okulları ve kiliseleri de içine alan bir yerleşme planı hazırlar. Bir gece yarısına yakın, ellerinde planları ve malzemeleriyle yola çıkan binlerce insan, saat 22 ve 24 arasında bin ev kurarlar. Polisin gece yarısı hareketi engellemesine rağmen beş bin kişi buraya yerleşmeyi başarır. “Eğer beş bin kişi”, demektedir. Hasan Fathi, “resmi engellemeye rağmen planlarını çizdikleri bir banliyöye bir gecede yerleşebiliyorlarsa, bu insanlar devletin biraz özendirmesiyle ne yapmazlar?”
DEMOKRASİ İÇİN BİR MÜCADELE: KENTSEL HAREKETLER
“Sosyal konut” denen ve gerçekten üst üste yerleştirilmiş “steril sardalya kutularını” andıran konut tipi, artık bahçeli ev hayal eden Batı insanı için yaşanmaz bir yer haline gelirken, herhalde gecekondularda yaşayanlar için bir “düş” olmayı sürdürmektedir. Gelişmemiş ülkeler bu konuda, konut konusunda da, gelişmiş ülkelerin izinden mi gideceklerdi? Gidebildiklerini varsayarsak, belli bir dönemden sonra sıra onların da aynı soruları sorup, sonra yine benzer çözümleri aramalarına mı gelecektir? Yoksa gelişmemiş ülke toplumları şimdiden kendi istek ve gereksinimlerini daha iyi tanıyıp, komutunu ve kentini ona göre kurmaya ya da yönlendirmeye mi başlamalıdır? Le Corbusier, Şandigarh için plan hazırlarken, kendisine ülkesinin geleneklerini hatırlatan mimara, “Eğer siz makineye, pantolona ve demokrasiye evet diyorsanız, ne demek Hintli gelenekleri?” diyordu. Oysa biliyoruz ki, demokrasi pantolonlu da olabilir, pantolonsuzda. Demokrasi, insanların kendilerine kabul ettirilmeye çalışılan “ideal” bir “pantolon” içinde, “Işıldayan Kent”te oturup, “ideal” davranışları benimsemeleri değildir. Demokrasinin varlığından, ancak değişik istek ve gereksinimleri olan insanların bu istek ve gereksinimlerini tanıyıp geliştirebilecekleri, bunlar doğrultusunda konutlarını ve kentlerini biçimlendirebildikleri zaman söz edebiliriz. Mimar-şehircinin, bir Japon’u İngiliz bahçesinde dolaştırmak istemesi gibi, bir ülkedeki merkezi-yerel iktidarların konut politikasını, kent planlamasını kendi “zevkleri” doğrultusunda yönlendirmek istemeleri de “despot”luktur. Demokratik şehirciliğin savunucularından Christopher Alexander’ın belirttiği gibi, bir yapıyı kullanacak olanların, neye gereksinimleri olduğunu herkesten iyi bildikleri gibi, bir kentte yaşayacak olanlar da kendilerinin bir uzantısı olacak kentin nasıl olması gerektiği –eğer bunu düşünmek, tartışmak, denemek imkânı bulabilirse- sorusuna en iyi cevabı verecek olanlardır. Demokratik bir toplum, ancak yurttaşların katılımıyla oluştuğu gibi, böyle bir toplumun kentleri de yine onların katılımlarıyla kurulabilir.
Kentsel hareketler, Batı’da özellikle altmışlı yıllardan itibaren geleneksel politik (seçim ) ve sendikal mücadelelerin yanı sıra gelişerek, Manuel Castells’in belirttiği gibi geniş kitlelerin bilinçlenmesi için çok önemli bir aracı, doğrudan demokrasinin, katılım demokrasisinin “okulu” olma yoluna girmiştir. Yurttaşlar seçimden seçime kullandıkları seçme haklarının ve işyerlerinde işleriyle ilgili olarak verdikleri mücadelenin yanı sıra, günlük hayatta karşılaştıkları bütün sorunları tartışmak ve çözmek amacıyla binlerce dernek içinde bir araya gelmişlerdir. Bu dernekler İtalya’da görüldüğü gibi sırasında sendikalarla da işbirliği yaparak yüz binlerce insanı konut, ulaşım, aydınlanma, ısınma vb. sorunların çözümü için ortak mücadeleye sokmuştur. Kentlerdeki boş konutlara açıktaki aileler yerleştirilmiş, elektrik, telefon, gaz, ulaşım fiyatlarına yapılan zamlara “kendin indirim yap” uygulamalarıyla karşı çıkılmıştır. Birçok sosyolog, şehirciliğin kentsel hayatın demokratizasyonu yönünde kentliler, teknisyenler ve seçilmiş yöneticiler arasında gerçekleşecek bir iş birliğini zorunlu görmektedir. Fakat bu üçlü içinde asıl rol, birincilere düşmektedir. Ancak kentli yurttaşlar, kentin gerçek sahipleri, herkesten iyi bildikleri gereksinim ve isteklerini belirleyip zenginleştirerek merkezi ve yerel yönetimler karşısına çıkabilirlerse, kendi hayat biçimlerinin ve kültürlerinin uzantısı bir kente sahip olabilirler. Kentlilerin bu demokratik deneylerle kentlerine sahip çıkmaları, demokrasiye, yani Yona Friedman’ın bir kitabının başlığını hatırlayarak söyleyecek olursak ,”başkaları arasında ne şef ne de köle olmadan” yaşayabilecekleri bir toplumu savunmalarıdır.