Archive for Temmuz, 2014


Mesnevî nedir?

 

Bir menkıbede Sadreddin Konevî ile Mevlânâ Celaleddin Rumi arasında şöyle bir konuşmanın geçtiği anlatılır: Konevî, Mevlânâ’ya sorar: “Üstad! Nasıl oluyor da en zor bahisleri bu kadar basit bir üslupla anlatabiliyorsun?” Soruya Mevlânâ başka bir soruyla cevap verir: “Esas sana şaşmak lazım! Nasıl oluyor da böyle basit bahisleri böyle zorlaştırabiliyorsun?”

Konevî’nin üslubuna aşina olanlar, onun üslubu hakkında menkıbede söylenenlerin doğru olabileceğini bilirler. Tasavvuf tarihinde ‘hakim-sufi’ diye kabul edilmiş Konevî, düşünce tarihimizin en çetin metinlerini üreten düşünürlerin başında gelir. Bizi tereddüde düşürmesi gereken esas söz Konevî’nin sözleri ile Mevlânâ’nın ikrarıdır. Acaba Konevî, sıradan bir Mesnevî okurundan beklenebilecek yüzeysel bir değerlendirmeyle Mevlânâ’yı ‘çetin’ bahisleri anlaşılabilir kılan bir ‘söz üstadı’ olarak tavsif etmiş olabilir mi? Hakikati idrakin güçlüklerini bilen bir insanın yakın dostu hakkında böyle bir değerlendirmeye sahip olabilmesi inandırıcı gelmiyor!  Konevî ile Mevlânâ eserlerinde aynı hakikatten söz etmişlerse -ki böyle olduğu kesindir- her ikisinin eserlerinin anlaşılması aynı derecede çetin olmalı ve aynı gayrete gerek duymalıdır.

Mevlânâ, eserlerinde şiir ve hikâye dilini kullanmıştır. Bilhassa Mesnevî’deki üslubu belirli bir ifade kolaylığı sağlamış görünür Mevlânâ’ya. Böyle bir üslubu benimsemiş olması, hiç kuşkusuz, eserin ‘irşad’ amacıyla yazılmış olmasıyla yakından alakalıdır. Bu durum ona mahsus bir durum da değildir. Tasavvuf zamanla bir nazariye geliştirmiş olsa bile, önce bir terbiye ve adap ilmi olarak ortaya çıkmış, nazari gelenekleri takip edemeyen insanlarla irtibat kurmada serbest bir dil ve üslup geliştirmiştir. Tasavvufun bu dili üzerinde geçmişte ve günümüzde çeşitli spekülasyonlar yapılmış, hakikatin anlatılamaz olmasıyla remizlerle örülmüş bir dilin tercihi arasında bir bağ kurulmuştur. Pek çok kişiye göre sufiler ifade edilemez bir hakikate ulaştılar, onu hikâyeler, remizler, sembollerle ‘gizlediler’. Böyle bir değerlendirme doğruysa, o zaman şu sorunun cevabını bulmamız lazım: Bir hakikat üzerinde anlatılan hikâye veya söylenen remiz, o hakikat hakkında bize ne söyler? Bu sorunun cevabı İslam düşünürlerinin ‘hakikat’ ile ilgili tasavvurlarıyla doğru irtibat kurmada hayati önem taşır. İslam düşünürleri hakim gelenekler itibarıyla hakikatin ulaşılabilir, ifade edilebilir olduğunu düşünmüşlerdi. Bu bahiste özellikle akla yönelik eleştiriler olsa bile, bu eleştiriler -sofistlerdeki gibi- hakikatin idraki veya ifadesiyle ilgili değil, ona ulaşmanın yöntemi ve araçlarıyla ilgiliydi. Bilhassa vahyi bilgi kaynağı olarak görmek, akıl eleştirilerinin temelindeki refleksi teşkil eder. Sufiler bu eleştiriye insanın ahlakî tekâmülünü de ekleyerek, hakikat ile birden çok idrak aracıyla irtibat kurmamız gereğine dikkat çekmişlerdir. Öyle görünüyor ki, sufilerin hakikat karşısındaki tavırları hakkında insanları en çok yanıltan şey, insan acizliği ve hayret makamıyla ilgili sözleriydi. Sufiler hayretten, idrake ulaşmadaki acizlikten söz etmişler, fakat ‘cehalet’ten kaynaklanan hayret ve acizlik ile marifetten kaynaklanan hayret ve acizliği esasta ayırmışlardır. Bu nedenle kendisine ulaşamadığımız veya anlatamadığımız için hakkında ‘hikâye’ anlattığımız ve remizde gizlediğimiz ‘hakikat’ fikri İslam düşünürlerine yabancıdır.

Sufiler insanlara hakikate ulaşmanın imkânsızlığını değil, ona ulaşmak için başvurulması gereken kaynakların çokluğunu anlattılar. Onlar ‘Hakikatin bir mertebesi vardır ve o mertebeye ulaşmaksızın hakikati idrak mümkün değildir.’ dediler. Bu nedenle sufiler anlamak ile uruc/miraç veya terakki arasında zorunlu bir bağ görmüşlerdir. Hakim Tirmizi’yi hatırlarsak, hakikatin her veçhesine karşılık insanda bir ‘müdrike’ vardır ve insandaki müdrike açıldıkça hakikat bize yeni bir yüzünü gösterecektir. Menkıbeye dönersek, bu bakış açısıyla söz gelişi Mevlânâ hakikate ulaşmamızı kolaylaştıramayacağı gibi Konevî’nin ona ulaşmamızı zorlaştırması da mümkün olamaz. Mevlânâ’nın hakikati ‘kolay anlatan’ olduğu iddiası, sadece yüzeysel algıdan ibaret olarak Mesnevî’deki terakkimizin önüne geçer ve bizi başka alanlara savurur. Bu nedenle bilhassa Mesnevî olmak üzere, Mevlânâ’yı anlamada ‘terakki’ için önce eserinin ne olduğunu anlamalıyız.

Mesnevî: Fıkh-ı ekber kitabı

Mevlânâ, Mesnevî’yi eserin girişinde tanıtır: “Mesnevî” üslubunda yazılmış kitap  “fıkhullahi’l-ekber”dir. Bu itibarla ‘mesnevî’ kitabın tarzı ve üslubuyken fıkhullahi’l-ekber onun adıdır. Mesnevî çevirilerinde tabirin “Allah’ın en büyük fıkhı” diye tercüme edilmiş olması, Mesnevî’yi İslam bilim tarihinden kopardığı gibi aynı zamanda ‘hakikati kolay anlatan’ kitapla ilgili vehmimizi pekiştirir. “Fıkhullahi’l-ekber”, Allah’ın büyük fıkhı değil, mevzusu -veya maksadı- Allah olan ‘fıkh-ı ekber’ demektir. ‘Allah’ isminin terkibe dahil edilmesi, fıkhın konusuna veya maksadına işaret eder. Kitabın konusundan sarf-ı nazar edersek, Mesnevî’nin bir fıkh-ı ekber kitabı olduğunu söyleyebiliriz. Tabire böyle bir karşılık verdiğimizde, Mesnevî’yi İslam bilim tarihinde yerleştireceğimiz zemini tespit etmiş oluruz: Mesnevî bir fıkh-ı ekber kitabı olduğu kadar Mevlânâ da ilk örneklerinden birisini İmam-ı A’zam’da gördüğümüz bir geleneğinin takipçisidir.

Şimdi terkibi biraz daha açabiliriz: Tabirin ilk kelimesini oluşturan fıkıh, anlamak, idrak etmek vb. demektir. Aynı zamanda fıkıh Müslümanların hayatında merkezî öneme sahip ilimlerin başında gelen bir ilmin adıdır. Fakat ilim olma sürecinde ‘fıkıh’ tabirinde bir daralma ortaya çıkmış, her şeyden önemlisi ahlak ve eylemle -bilgi eylem ilişkisi- irtibatı kopmuştur. Tasavvufun İslam toplumunda gelişim süreci fıkıh tabirindeki bu daralmayla yakından ilgilidir. Hasan-ı Basri çağındaki fıkıh anlayışını eleştirirken ideal fıkhı ahlak-amel ve bilginin bütünlüğü şeklinde tanımlarken İslam geleneğinde görülen bütün tecdit-ihya hareketlerinde benzer yaklaşımlar görülebilir. Fıkıhtaki daralmayı telafi için iki tabirin ortaya çıktığını görmekteyiz: Birincisi fıkh-ı ekber, diğeri fıkh-ı batın’dır. Fıkh-ı ekber tabiri daha çok fıkıh-akide ilişkisine atıf yaparken öteki tasavvuf-fıkıh ilişkisine atıf yapsa bile, her iki tabir fıkıhtaki daralmayı telafi amacı taşır. Bu yorumla Mevlânâ, eserini akide-amel ve ahlakın bütünlüğünü esas alarak, insanı hakikate ulaştırmayı hedefleyen bir kitap olarak okumamızı ister. Başka bir ifadeyle Mesnevî insanın bütünlüğünü sağlamak üzere bilimlerin bütünlüğü ilkesini esas alan bir kitaptır.

Meselenin ikinci yönü ise İslam düşüncesinin bir meselesi olarak ‘evrensellik’ veya ‘küllilik’ sorunu karşısında Müslümanların tavırlarıdır. Grek filozofları varlığın çeşitli durumlarını inceleyen tikel-özel ilimlerden farklı olarak, varlığı ‘varlık olmak’ bakımından inceleyen bir ilmi aramış, bunun için ‘metafizik’ diye tabir edilen bir ilme ulaşmışlardı. Helenistik dönemin ardından Müslüman düşünürler de metafizik ilminin vârisleri olarak bu ‘küllî’ ilmi tanımış, ona dair pek çok eser ortaya koymuş, tartışmalar yapmışlardı. Başta Farabi ve İbn Sina olmak üzere, Müslüman düşünürler, metafizik ilminin bilim hiyerarşisinin zirvesinde müstakil ve küllî bir ilim olarak yer almasında mühim katkılar sağlamışlardır. Müslümanların ‘metafizik’ ilminin iddialarını sahiplendikleri alan sadece felsefe değildi. Din ilimleri içerisinde metafiziğe karşılık gelebilecek, bilgi-eylem ve ahlak ilişkisi, bilgide kesinlik meselesi ve mutlak hakikate ulaşmakla ilgili bir ilim aramışlardı. Fıkh-ı ekber, fıkh-ı batın vb. isimler, bu arayışın bir neticesi olarak gelişmişti. Fıkh-ı ekber ile metafizik arasındaki irtibatı anlamak için dikkat çekilmesi gereken hususlardan birisi ‘ekber’ teriminin anlamıdır. Ekber sözlük anlamı ‘daha büyük olan’ demek olsa bile, esas anlamı ‘küllî’ ve ‘ihata’ edendir. Öyleyse fıkh-ı ekber, ‘kuşatıcı ilim’ veya ‘küllî ilim’ anlamına gelerek metafiziğin din bilimlerindeki karşılığı haline gelir. Öyleyse Mesnevî’yi bir fıkh-ı ekber, yani ‘kuşatıcı ilim’ veya ‘küllî ilim kitabı’ olarak görmemiz lazımdır.

Peki ‘kuşatıcılık’ ne demektir? Bunu iki açıdan ele almak mümkündür: Birincisi eserin konusu kuşatıcıdır. Mesnevî’nin -fıkh-ı ekber’in- konusu, Allah’ın varlığıdır. Allah’a dair bir ilim bize âlem ve insan hakkında ‘küllî’ bilgiyi verir. Kuşatıcı ilmin anlamlarından birisi budur. İkincisi insanın kemale ermesiyle bu bilgiye ulaşılmasıdır. Bu durumda bilginin sahibi olan insan ‘küllî’ insan haline gelir. Konevî’nin bir cümlesini hatırlarsak, ‘küllî olan fert/bir olandır.’ Bu bakımdan  hem bilginin öznesi -insan- hem mevzusundan -Allah- hareketle ‘küllî’ ilmi açıklamak mümkündür. Mevlânâ’nın başka bir kitabının adı olan Fihi-ma-fih’te bu tamlığa ve küllîliğe işaret eder. Fihi-ma-fih ‘ağyarını mani ve efradını cami’ diye tarif edilen ‘tarifin tarifi’ sayılabilir. Yani hakikati idrakte lazım olanı içeren, gereksizi dışarıda bırakan kemal-tamlık kitabı! Bu anlamıyla tabir İbnü’l-Arabî tarafından Fütuhat-ı Mekkiyye’de kullanılmıştır. Mevlânâ, eserine böyle bir ad verirken bize hakikat ve insan için ‘tam’ ve ‘küllî’ bir kitap yazdığını söylemektedir. Mesnevî’yi  fıkh-ı ekber geleneğinin bir halkası olarak okumak, İslam düşüncesinin hakikat yolculuğunda rehberlik eden ‘çetin’ metinlerinden birisi olarak onu anlamak ve İslam düşünce tarihindeki doğru yerini görmek demektir.

 

 

 

 Ekrem Demirli

 

 

‘Sadece muhafazakârlardan oluşan bir cemiyet yaşanmaz olurdu’

'Sadece muhafazakârlardan oluşan bir cemiyet yaşanmaz olurdu'

 

Beşir Ayvazoğlu: ‘Muhafazakârların bazen farkına varmadan muhafaza edilmemesi gereken şeyleri muhafaza etmek için gösterdikleri çabaya karşı da birilerinin direnmesi lazım’

Beşir Ayvazoğlu yaptığı söyleşiler arasından seçtiklerini ‘Gel Söyleşelim’ isimli kitabında toplayınca biz de ‘Gelin söyleşelim’ dedik ve ‘yaratıcı muhafazakârlık’tan Türk aydınının son hallerine, Asımın Nesli’nden küreselleşmenin ettiklerine, sohbete oturduk kendisiyle…
‘Gel Söyleşelim’ Beşir Ayvazoğlu’nun gazeteci tarafından bir kitap. Bir de yazarlık tarafınız var. Bu ikisi ilişkili gibi görünüyor ama gazeteciliğin çok da zararı var yazıya…
Gazetecilikle yazarlık bir arada zor yürüyen işlerdir. Saf yazarlar geçinmek için gazetecilik yapmak zorunda kalınca bir azap çekerler. Mesela bu konuda şikâyetlerini çok açık bir şekilde dile getiren, yazarlığını asıl manasında yapabilmek için birkaç defa istifa eden rahmetli Tarık Buğra var. Türkiye’de son zamanlarda sayılı yazar dışında yazıyla hayatını idame ettirebilecek insan çok az olduğu için kendi mesleklerine en yakın gibi gördükleri gazetecilik veya reklam yazarlığını tercih ediyorlar. Gazetecilik yazarken çok fazla itina göstermenize imkan, zaman tanımayan bir meslek olduğu için üslup zaman içinde kalıplaşmış bir üslup haline gelir ve genellikle klişeler kullanılır ama ekmek parasıdır. Bazıları yazarlık mesleğini de yanı sıra yürütebilir ama gazetecilik işine bilfiil girdiğin zaman yazarlık hassasiyetini uzun süre devam ettirmesi mümkün değildir bana sorarsanız.
Bir de Yaşar Kemal gibi söyleşileri de edebi olan gazeteciler var.
Edebiyattan gelen bir yazarla gelmeyen bir yazar arasında çok ciddi farklar vardır. Yaşar Kemal’in röportajlarında o edebi tat vardır. İyi yaparsanız röportaj da edebiyatın bir türü olarak kabul edilebilir. Eskiden daha farklı yaparlardı. Mekânı tasvir ederlerdi. Kişiyi, yüz hareketlerini, psikolojisini tasvir ederek roman sahnesi yazar gibi yazarlardı. Şimdi soru cevap, soru cevap. 

Kitabı okurken dikkat ettim de birkaç isim haricinde belli bir kesimin aşina olmadığı aydınlar bu isimler. Sol kesimin bu muhafazakâr alana yeterince nüfuz edememesi durumunu neye bağlıyorsunuz?
Maalesef neredeyse düşman oluyor insanlar birbirlerine. Yan yana gelsek sanki birbirimizi kesecekmişiz gibi bir duyguyla yaklaşıyoruz. Halbuki yakından tanıdığımız zaman öyle değil. Problemin en dramatik tarafı da nüfuz edemeyince yok saymak. Konuştuğunuz tarih 50 yıllık tarih olur o tarafta dönüp dolaşırsınız. Oysa biz bin yıldır kültür üretiyoruz. Bunu yok sayamazsınız ki. Mesela 13. yüzyılı anlamadan bugünü anlamak mümkün değildir. Bugün yaşadığımız bütün problemlerin kökleri ordadır. 13. yüzyıldaki tasavvuf hareketleri, tarikatları son derece önemlidir. Türkiye’de uzun zaman bu meseleleri konuşamazdınız, tabuydu. Hemen ‘irtica’ denirdi. Oysa bunları konuşmadan, anlamadan değil Türkiye, yaşadığımız bu bölgeyi de anlayamayız. Etrafımızda problemler çıktıkça ne kadar hazırlıksız olduğumuz anlaşılıyor. Herhangi bir oryantalist bile sizden daha iyi biliyor. Bizim aydınların çoğu oryantalist bile değil. Muhafazakârı da öyle. 

Muhafazakârlık doğru tanımlanıyor mu sizce Türkiye’de?
Muhafazakârlık yanlış anlaşılıyor Türkiye’de. Muhafaza etmiyor, tekrarlıyor aslında. Muhafaza etmek onu yeniden üretmek, yaşar hale getirmek, yaşadığın çağın şuuruna tercüme etmek demektir. T.S. Eliot muhafazakâr bir şair ama modern şiirin kurucularından biridir. Ezra Pound faşist bir şairdir ama modern şiirin kurucularından biridir. Koyu Katolik Eliot muhafazakâr mı değil mi? Bu açıdan bakmak lazım. Muhafazakârlık derken geçmişi olduğu gibi koruyan insanlara değil de, onu yaratıcı bir hamleyle geleceğe taşıyan insanlara muhafazakâr diyorum. Buna da artık ayırt etmek için ‘yaratıcı muhafazakârlık’ diyorum. Artık bu gerekiyor. Muhafazakârlık eşyanın tabiatında da vardır. Sosyolojik mânâda da kaçınılmaz. Birileri bir şeyleri muhafaza etmek zorunda. Yoksa süreklilik dediğimiz şey mümkün olmaz. Sadece muhafazakârlardan oluşan bir cemiyet yaşanmaz bir cemiyet olur. Muhafazakârların bazen de farkına varmadan muhafaza edilmemesi gereken şeyleri muhafaza etmek için gösterdikleri çabaya karşı da birilerinin direnmesi lazım. 

Nedir o muhafaza edilmemesi gerekirken edilmeye çalışılanlar?
Örnek vermek gerekir mi bilmiyorum. Muhafaza edeceksiniz ama yaratıcı bir muhafazakârlığı geleceğe taşıyacaksınız. Aynen tekrarlarsanız o artık muhafazakârlık değil başka bir şey, bir çeşit fanatizm olabilir. 

Yaratıcı muhafazakârlığa örnek verebilirsiniz ama…
Mesela Turgut Cansever’in yaptığı mimari, modern şiirin önemli isimlerinden Sezai Karakoç, ressam Erol Akyavaş… Tamamen geleneğe inanmış, geleneği yeniden üretmiştir Akyavaş. 

Geçen ay açılan Akyavaş’ın pornografik resimlerinin sergilendiği sergiye dair ne düşünüyorsunuz?
Yanlış yaptılar. Ailesi neden buna müsaade etti bilmiyorum. Tamam hayatının bir bölümünde yapmış böyle bir şey ama o imajın bana kalırsa faydası yok, zararı var. 

Nasıl bir zarar?
Benim için Erol bey kitaptaki röportajda tanıdığım gibiydi. Bir mânâda tasavvufla fiili olarak da ilişkiliydi. Benim bildiğim kadarıyla hayatının belli bir döneminden sonra o tür pornografik resimler hiç yapmadı. Tasavvuftan beslendi. Aslında bilinmeyen şeyler değildi o resimler. Mesela bir retrospektif kitabı vardır, o resimlerin de bir kısmını görürsünüz ama hepsini birden böyle boca edince başka bir imaj oluşuyor. Ben üzüldüm. 

İslami kesimde bir hayal kırıklığı yaratmış mıdır bu sergi dersiniz?
Takip ediyorlar mı ondan bile emin değilim. 

Kitaptaki söyleşinizde Akyavaş sahte sanatseverlerden bahsediyor. Geçenlerde düzenlenen bir müzayede de Akyavaş’ın ‘Ene’l Hak’ tablosunu 2.2 milyon liraya Yıldırım İnşaat satın aldı. Bu türde bir sanat sevdasına ne demeliyiz?
Resmi satın alanı tanımadığım için hiçbir şey söyleyemem ama sanata yatırım yapmak cesaretini göstermek de bir seviye gösterir. Sanat günümüzde bir yatırım aracı. Japon mafyasının para aklama aracıdır mesela sanat. İlgi duymadan da parasını sanat eserine, tek bir parçaya yatırmak olur mu bilmiyorum. Birazcık anlaması, en azından danışmanları vasıtasıyla bilgi edinmiş olması gerekir. 

Kitaptaki en önemli anekdotlardan biri de Asım Şakir Gören’le yaptığınız röportajda. Gören’in naklettiğine göre Hakkı Tarık Mehmet Akif’e ‘Dün akşam Gazi hazretleriyle beraberdik. Sizden sevgiyle, sitayişle bahsetti. Ve hatta kendilerine hiss-i adâvetim yoktur. Eğer olsaydı Türkiye’ye dönmesine müsaade etmezdim, İstiklal Marşını’da kaldırırdım’ dedi” diye anlatıyor. Mehmet Akif de bunun üzerine Gazi’nin adâvet kelimesini telaffuz etmesine hayret ettiğini söylüyor, “Beni memlekete sokmayabilirdi, lutfettiler, kendilerine minnettarım.” diyor. Bu diyaloğun sonrası olan Akif’in ‘Allah bu millete bir daha İstiklal marşı yazdırmasın’ sözü çok alıntılanır ama öncesi pek bilinmiyor.
Evet bu röportajla birlikte ilk defa o sözün arka planı ortaya çıkmış oldu. 

Başbakan konuşmalarında sık sık ‘Asım’ın Nesli’nden bahsediyor. Sizce ne anlıyorlar insanlar bu nesilden?
O kadar cahilce konuşulup yazılıp çiziliyor ki. Asım’ı yüzde doksanı anlamaz. Asım’ın nesliyiz diyenlerin de çoğu anlamıyordur. ‘Asım’ın Nesli’ Köse İmam’ın hocası Hocazade’yle Mehmet Akif arasında geçen bir diyalogtan. 1920’lerde, meşhur Çanakkale Harbi’nin içinde geçer. Köse İmam’ın uzun bir tiradıdır. Köse İmam’ın oğlu Asım çeşitli cephelerde savaşmış ama biraz ittihatçılık tarafı var. Her şeyi kaba kuvvetle halletmek isteyen, kafası kızdığında kaba kuvvete başvuran biri. İcabında hükümeti ele geçirmek isteyen bir zihniyete sahip. Babası da şikayetçi bu durumdan. ‘Enerjiyi başka türlü harcaması gerekir. Sen bunu ikna et, doğru yola getir’ diye Hocazade’den yardım istiyor. Hocazade’yle Asım bir araya geliyorlar. Bu onu ikna ediyor. Almanya’ya tahsile gönderiyor. İlim sanat öğrenecek, gelişecek, modern bir insan olup gelecek ve ittihatçı gibi kaba kuvvete başvurmadan Türkiye’yi kalkındıracak. ‘Asım’ın Nesli’ Asım gibi eğitim görmüş, gidip dönen bir neslin sembolü olarak ifade ediliyor. Olumlu bir şey bu. Cumhuriyet’ten sonra da yapılan şey o değil miydi? 1920’lerden itibaren daha ziyade ressam olsun diye dünya kadar talebe gönderdiler. Resim yapınca, tiyatro yapınca memleket kurtulacak… 

Günümüzde de Amerika’ya gidip finans okuyor ‘Asım’ın nesli’ genelde… Kast edilen bu değildi sanırım…
Değil tabii. Akif’in şiirlerini okuyanlar bilirler. Kimse okumadığı için de bilmezler. Diyor ki, kendi ruhunuz, kendi kimliğiniz kılavuz olacak. Gidecekseniz oradan felsefeyi alıp getireceksiniz ama kendi ruhi mahiyetiniz kılavuz olacak. 

Kitapta söyleşi yaptığınız insanlar da böyle örnekler diyebilir miyiz?
Nuri Arlasez diye bir zat duymuş muydunuz mesela? Onunla yapılmış tek röportaj benim röportajım. Bir tek benim çektiğim fotoğraflar var piyasada. Bu adam yangından mal kurtaran bir adam. İnanılmaz bir şey. Muhteşem bir yazma koleksiyonu Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlamış. İşleme koleksiyonu Topkapı Sarayı Müzesi’nde. Binlerce 1940’larda, 50’lerde çekilmiş İstanbul fotoğrafı var. Yememiş içmemiş, toplamış biriktirmiş. 

Kitapta Ahmet Güner Sayar’la Sabri Ülgener üzerine konuşuyorsunuz uzun uzun. Ülgener’in aydın eleştirisi günümüz için de geçerli midir?
Son derece etkileyici bir metindir o aydın eleştirisi. Batıcı ve solcu aydın tipidir eleştirdiği. Pek cevap da verilememiştir. Çok ciddi bir eleştiridir. Psikolojiyi taa Osmanlı’dan bugüne kadar getirir. Bugün de ona benzer aydınlar yok değil yalnız artık dünyayı daha yakından takip ediyoruz. Çok daha fazla dünyaya açılma imkanımız var. Kafamızı çok çarptık aynayı konyayı daha iyi görüyoruz. Eskiye nazaran daha rahat düşünüyoruz. Zaman içinde daha da rahatlayacağız. Bu biraz toplumun gücüyle, ekonomik seviyesiyle de alakalı bir şeydir. Düşünün dünyada sözü geçmeyen, kendi meselelerinin içine gömülmüş bir devletin vatandaşı olarak çıkıyorsunuz dışarıya. Modern, bakımlı şehirleri görünce şok yaşıyorsunuz. Bir de biz büyük bir cihan imparatorluğundan geldik şuurunuz var. Bu da ciddi bir hayal kırıklığı yaratıyor. Dolayısıyla o aydınların hemen hepsi komplekslidir. Hepsi içinden geldiğimiz dünyanın değerlerinden, kültüründen bir an önce kurtulmak gerektiğini düşünürler. Basit bir analojiyle ‘Böyleydik böyle olduk’ diye bütün suçu tarihe yüklerler. Tevfik Fikret’in ‘Tarihi Kadim’de yaptığı gibi. Öyle değil. Aydınların artık kendilerini daha güçlü hissettiklerini zannediyorum. Arkalarında az çok dünyada sözü geçen, etrafına sözü geçen, ekonomik olarak daha güçlü bir devlet var artık. Bunu arkasında hissettiği zaman daha güvende hissediyor. Daha rahat konuşma imkanına kavuşuyor. Ekonomik olarak ülkenin kendine güveni arttıkça aydınların da, üniversitesinin de kendine güveni artacak. Bundan eminim. Marksist değilim ama Marksistlerin ekonomik vurguları önemlidir. Ekonominiz iyiyse edebiyatınız da, sanatınız da, refahınız da iyidir, kendine güveniniz de. Kişi bazında düşünün. Parasız bir insanın psikolojisiyle cüzdanı dolu olanın ki bir değil. 

Tanpınar da, Peyami Safa da cüzdanları dolu insanlar değiller. Kişisel olarak tersi bir ilişki de olabilir.
Bazen fakirlik çok itici güç olabilir. Tanpınar, Peyami Safa, dünyada Dostoyevski gibi pek çok yazar var ama herkes için geçerli değil.

GEL SÖYLEŞELİM
Beşir Ayvazoğlu
Timaş Yayınları
2012, 256 sayfa,
13.5 TL.

Şurdan indirebilirsiniz: http://www.erkankaraarslan.org/5018-sayili-kamu-mali-yonetimi-ve-kontrol-kanunu/#.U8UZpECurlg