Category: uluslararası lişkiler


1
Yayın İsmi : Hegel’in Uluslararası İlişkiler Kuramı: Dünya Tini, Devlet ve Savaş
Yayına Hazırlayan : Faruk YALVAÇ
Basımevi / Tarih: : Phoenix / 2008
Ne Öğretir? : Tin, Tarih, Dünya Tini, Devlet, Savaş, Hegel’in Uluslararası İlişkiler
Teorisi, Realizm, İdealizm
………………………………………………………………………………………………………
Hegel’in uluslararası ilişkiler (Uİ) ile ilgili görüşlerinin esasları Berlin döneminin bir ürünü olan
Hukuk Felsefesinin İlkeleri ile şekillenmeye başlamıştır. 1821’de yayınlanan bu kitapla Hegel,
daha çok konuyla ilgili olan önceki görüşlerini sistemleştirmiştir. Uİ ve savaş kuramını karmaşık
felsefesi sistemin içine serpiştiren Hegel’in bu konudaki görüşleri tarih ve hukuk felsefesi
ilkelerinde şekillenmiştir. Bu çerçevede Uİ konusundaki yaklaşımı dünya tininin gelişmesiyle
ilgili düşüncelerinin çerçevesinde düşünülmelidir.
Hegel’e göre dünya tininin kökensel tarih, düşüncel tarih ve felsefi tarih olmak üzere üç amacı
bulunmaktadır. Tarih, bir sona ve bir amaca doğru ilerlemektedir. Tarihte ilerleme özgürlük
bilincinin farklı basamaklarıdır. Tarih çocukluktan yaşlılığa ilerleyen bir süreçtir. “Dünya tarihi,
özgürlük bilincinde bir ilerlemedir”. Bizim görevimiz bu ilerlemeyi, zorunluluğu içinde
bilmektir. Tarihin bilinci ya da tinin tarihi olması insanın tarihi olduğu anlamına gelir.
Tarih öncesinde büyük değişiklikler yaşanmışsa da sadece kendi tarihlerinin bilincinde olan
devletlerin bir tarihi vardır ve bu devletler tarihsel olarak özbilinçli davranırlar. Tarihsel ve
coğrafi unsurlar ise bu gelişmeye sınırlama koyabilirler. Bu tür devletler önceki kültürel
geleneklerden yararlanırlar ve kendilerinden önce gelen devletlerden daha ileri olduklarını
anlarlar.
Hegel’e göre evrensel ya da dünya tini, insan bilinci olarak vardır ve insan tarihinde üretilip
ortaya çıkar. Tarihin sonunda insanlık tam özbilinçlilik elde ettiğinde somut bir gerçeklik
kazanır. Dünya tini, belli bir devlet ya da kültürün değil, insanın insan olarak kendi
evrenselliğinin bilincini elde etmesidir. Ona göre bir Alman, Fransız ya da İngiliz olarak değil,
insan olarak değer ve kimliğimizin olduğunu anladığımızda bilincimiz evrensel bir kimlik
geliştirmiş olur.
Hegel, tarihin kişilerden bağımsız bir şekilde açıklanmasının olanaksız olduğunu belirtse de
tarihte asıl ilgi odağının kişiler değil, uluslar ya da halk tinleri olduğunu belirtir. Ona göre dünya
2
ulusları arasındaki en önemli ayrım, temsil ettikleri ussallık, yani özgürlük kavramının bilincidir.
“Her şeyin gelip kendisine dayandığı son bilinç aşaması, insanın özgür olduğudur”.
Siyaset kuramında da kendi döneminin siyasal kuramlarını ve özellikle devlet kurumundaki
“aklı” almaya çalışan Hegel, dünya tarihi tarafından gerçekleştirilecek en büyük amacın kişinin
özgürlüğe sahip olduğu ve özgürlüğünü yaşadığı “ahlaki bir bütün olan” devlet olduğunu söyler.
Devletin en yüksek yaşam biçimi olduğuna ilişkin Antik Yunan görüşünü benimseyen Hegel,
Antik Yunan site idealini çağdaş toplumda gerçekleştirmek istemiştir. Bu anlayışa göre devlete
karşı görevleri yerine getirmek en yüksek ahlaki yaşamdır.
Devletlerarası mücadelenin her aşamasında belli bir devlet dünya tininin gelişimini simgeler ve
dünyaya egemen olur. Dünya tini, ileriye doğru gidişi sırasında her ulusa kendine özgü bir ödev
yerine getirme görevi yükler. Uluslar, bu görevi yerine getirdikten sonra, tarih sahnesinden
silinirler. Tikel halk tinleri ise zaman içerisinde dünya tarihi açısından anlamını yitirir.
Evrenin bilgisini açıklamakta bilginin nesnesini “varlık” olarak gören Hegel’in felsefesinin
konusu, ontolojidir. Ona göre felsefenin görevi, bu “varlık” üstüne düşünmek ve varlığın özünü
aramaktır. Hegel’e göre, insanlık tarihi tinsel anlama sahiptir. Her şey Tanrı’dan gelir ve Tanrı
da insan için bilinebilir. Her şey bilinebilir, Kant’ın ifade ettiğinin tersini “kendinde şeyler”i
bilmek de mümkündür.
İdealizmin savunduğu gibi gerçek, düşüncenin bir ürünü ise, akıl tinin bu gelişme sürecini ve
evreni anlayabilir. Zira akıl zaten gerçektir. Dünyayı açıklamak demek, dünyanın rastgele
olgulardan oluşmaması, mantıksal sistemin zorunlu bir parçası olması demektir. Her şey
birbiriyle ilişkilidir ve bu ilişkiler de mantıksal kategorilere sahiptir. Felsefe, şimdi ile ilgilenir.
Şimdi ise geçmişi de içinde barındırır. “Geçmiş olarak gözüken şey, ide de yitip gitmemiştir”.
Sonuç olarak, kendisine evrenin bilgisini açıklamak gibi çok iddialı bir hedef seçen Hegel, zor ve
karmaşık bir sistem olarak “Evrimci İdealizm” sistemini ortaya koymaya çalışmıştır. Hegel, bu
minvalde, gerçeği düşüncenin bir ürünü olarak gördüğünden idealist, tarihi, diyalektik olarak
değişen ve gelişen bir süreç olarak gördüğü için evrimci olarak görülmüştür. Tarihsel kuramı Uİ
kuramını yakından etkileyen Hegel, son tahlilde realist okulun temsilcisidir. Fakat devlet, savaş
gibi bazı konulardaki farklı görüşleriyle klasik realist okuldan ayrılmaktadır. Örneğin realist
kuram savaşı devletin güvenliğini ve ulusal çıkarların korunmasını sağlayan bir araç olarak
görürken, Hegel, toplumun işleyişi ve özgürlüğün elde edilmesiyle ilgili olarak pozitif yönüyle
değerlendirir ve realizmin kavramsal çizgisinden uzaklaşır. Bununla birlikte Hegel’in görüşleri,
20. yüzyıl liberal düşüncesinin uluslararası eğilimlerine karşıdır. Kantçı kozmopolit düşünceye
3
de sahip değildir. Görüşleri, dünya devletine giden bir yol olarak görülememektedir. Fakat
görüşleri, rasyonalist ve kozmopolit temalar da taşıyabilmektedir. Tarihin sonunu insanlığın
Batılılaşması olarak gören Hegel, devleti, savaşı, realpolitiği, çatışmayı kutsamaktadır.3
(30.05.2011)

~Kaynak: http://www.yusufsayin.com.tr/

Eser Adı : Ulusların Etnik Kökeni
Yazar : Anthony D. Smith
Özet Tarihi : 04.02.2009
“Ulusların Etnik Kökeni” kitabının yazarı ve London School of Economics’in Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Anthony D. Smith, Oxford Üniversitesi’nde eğitim gördü. Milliyetçilik, yurtseverlik, etnik topluluklar üzerine yaptığı araştırmalarının yanında sanat tarihi konusunda da eserler kaleme aldı. Başlıca eserleri arasında “Theories of Nationalism”, “The Concept of Social Change” ve “The Ethnic Revival” yer aldı. Millet, ulus-devlet, milliyetçilik ve etnik topluluk üzerine yaptığı çalışmalarla büyük bir üne ulaşan Smith, “Ulusların Etnik Kökeni” adlı çalışmasıyla “millet olma” serüvenini incelemeye çalıştı.
Bir taraftan dünya üzerinde var olan, fakat askeri ve politik güç ve kültürel birikim itibariyle oldukça büyük farklılıklar arz eden insan topluluklarının “millet olma” iddiasını ve milletin, tarihi olarak antik dönemden beri süregeldiği iddiasına, kitabında karşı bir duruş sergileyerek, milletlerin modern bir olgu olduğu yolundaki iddiaları ve görüşleri incelemiştir. Dokuz bölüme ayırdığı kitabında Smith, okurlarına, etnik topluluk, millet ve medeniyet çözümlemesi armağan etmiştir.
Smith, İlk Bölüm’de modernistler ve primordialist bağlamında etnik topluluk, mit ve sembolleri incelemiş ve etnik toplulukların nasıl devam ettiklerini irdelemiştir. İkinci Bölüm’de, etnik topluluğun boyutları, etnik oluşumun temelleri, yapısı ve sürekliliği kapsamında etnik topluluğun temelleri analiz edilmeye çalışılmış, Üçüncü Bölüm’de, eşitsizlik ve dışlama, direniş ve yenilenme, dış tehdit ve etnik karışıklık boyutunda etnik topluluk ve etnisizmin geçirdiği tarihsel süreç incelenmeye çalışılmıştır.
Tarım toplumlarında sınıf ve etnik topluluğun incelendiği Dördüncü Bölüm’de, toplumsal nüfuz sorunu, askeri seferberlik ve etnik bilinçlilik, etnik siyasal birlikler ve etnik topluluğun iki türü ele alınmış; Beşinci Bölüm, konum ve egemenlik, demografik ve kültürel süreklilik, etnik toplumsallaşma ve dinsel yenilenme bağlamında etnik beka ve çözülmenin ele alınmasıyla nihayet bulmuştur. Modern dönemde etnik topluluk ve ulusların irdelendiği Altıncı Bölüm, Batı’da meydana gelen bazı devrimlerin ayrıntılı bir incelemesi ile başlamış, teritoryal ve etnik ulusların inşa süreçleri ve etnik modelin oluşum aşamalarının analiz edilmesiyle devam etmiştir. Bölüm, etnik dayanışma ve siyasal vatandaşlık konularına yer verilmesiyle nihayete ulaştırılmıştır.
Etnisiteden ulusa geçişin değerlendirildiği Yedinci Bölüm’de, yeni din adamları, otarşi ve teritoryallaşma, seferber etme ve içerme, etnisitenin siyasallaşması ve yeni bir tahayyül oluşturulması değerlendirilmiştir. Sekizinci Bölüm’de, “geçmiş duygusu”, “tarihsel drama” olarak romantik milliyetçilik, şiirsel mekanlar olarak toprağın kullanımı, altın çağlar olarak tarihin kullanımı, mitler ve ulus-inşası konuları incelenmiş; Dokuzuncu ve Son Bölüm’de ise, Parmenideşçiler ve Herakleitosçular, ulusların antikiteliği, etnisiteye geçiş, küçük ulusların dünyası, etnik hareketlilik ve küresel güvenlik gibi konular ele alınmıştır.
Yazar, Kitap’ta, modern ulusların kuruluşunda etnik grupların önemine değinilmiş, etnik gruplar hakkında bütüncül bir tipoloji sunmaya çalışmıştır. Smith, bütün etnik grupların, isim,
2
ortak bir soy miti, paylaşılan tarih, kültür ve teritoryal bir alan ve bir dayanışma ruhuna sahip olduğunu belirtmiş, belirsiz fakat geniş bir alana nüfuz eden, aristokrasi ve entelektüel üstünlük üzerine temellene yanal etnik topluluklar ve küçük fakat belirli bir alan üzerinde hâkimiyet kuran şehirli ve zanaatkâr sınıf temelli dikey topluluklar olarak iki kategori belirlemiştir.
Yanal etnik topluluklar, bazı zengin kentli tüccarların yanı sıra rahipler ve din yorumcuları gibi katmanlar da dâhil olsa bile aristokratiktir. Aynı şekilde, dikey etnik topluluklar, tipik olarak kent kökenli, ticaret yapan ve zanaatla uğraşan bir kompozisyondan oluşur. Yönetici katman, sıklıklı kentin varlıklı ve güçlü katmanlarından çıkmaktadır.
Modern anlamda vatandaşlık kavramının ortaya çıktığı Fransız Devrimi bağlamında ulusların gelişimini ve değişimini inceleyen Smith, teritoryal (etnik olmayan) ve etnik olmak üzere iki milliyetçilik kategorisine çalışmasında yer vermiştir. Smith’in bu eseri, milletleri ve onların etnik kökenlerini araştırma konusu edindiğinden, alanında çok önemli bir yer edinmiştir.
Milletlerin gelişme evrelerini ve tarihi kökenlerini incelediği kitabında Smith, ulusların bütünüyle modern zamanlara ait olduğunu iddia eden modernist okulun bu konudaki savlarına karşı bir cephede bulunmuş, pek çok araştırmacının da kabul ettiği gibi, modern ulusların, uzun bir evrim ve gelişme sürecinden geçtikleri üzerinde durmuştur. Smith, modern ulusların, “etnik topluluklar” olarak anılan kadim kültürel gruplardan oluştuğunu söylerken, etnik toplulukların modern ulusların çizdiği ve şekillendirdiği sınırlarla tanımlanabileceğini öne sürmüştür. Smith, etnik toplulukların/grupların, mit, değer, bellek ve sembolizm gibi kalıcı kültürel özellikler tarafından inşa edildiğinin altını çizmiştir.
Smith, dokuz bölüm halinde hazırladığı eserinin ilk yarısında etnik topluluklar üzerinde dururken, ikinci yarısında pre-modern kökenleriyle ulusların gelişim ve evrim süreci üzerine vurgu yapmıştır. Smith, çalışmasının amacını, etnik kökenleri başta olmak üzere ulusların soykütüğünü ve bu kökenlerden bir kısmını analiz etmek üzerine inşa etmiştir. Çünkü modern dünyada ulus olmanın daimi öğeleri ve ulusların oluşumunu yönlendiren evrensel eğilimler üzerine yoğunlaşıldığında uluslararasındaki farklılıklar hem kendi içlerinde hem de siyasi sonuçları bakımından aynı derecede önemli olmaktadır.
Genellikle ulusları tanımlayan ve onları birbirinden farklı kılan şey, mitler, anılar, semboller ve değerlere verilen önemin nedeni, farklılıkların en önemlilerinin özgül tarihsel deneyimler ve kolektif deneyimlerin bıraktığı izler tarafından belirlenmesidir. Bu ise, pre-modern etnik oluşumla ilgili bir çalışma yapmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü etnisite, genel olarak, modern ulusların oluşumunda adaptasyona ve dönüşüme uğramış, ancak tarihten silinmemiş insan toplulukları için güçlü bir model sağlamıştır. Yazar, çalışmasında, kolektif deneyimlerin tarihsel kalıntılarının izlerini araştırma çabasın içinde olmuştur. Genelde ve özelde ulusların kökenlerinin, yazılı tarihte yer alan etnik topluluk modelinde bulunabileceğini varsaymıştır.
Smith, eserini, iki kaygı sonucu kaleme almıştır. İlk olarak, etnik topluluklar ile uluslararasındaki farklılıklar üzerinde durulmuş, dünyanın her yerinde insanlar farklı şeylere sahip olsalar da genelde hepsi ulus statüsüne sahip olduğu belirtilmiştir. İkinci olarak, ulusun antik dönemlerde bulunabileceğini iddia eden araştırmacıların aksine yeni sosyal bilimci ve tarihçi dalgası, ulusun eski dönemlerde kökü olmayan modern bir icat olduğunu ortaya koymuşlardır. Smith ise, tarihin erken dönemlerinde etnik duygu ve bağların önemli bir rolü olduğunun altını çizmiştir. Buradan hareketle, Yazar, etnik kimlikler ile uluslar arasındaki ilişkiyi incelerken, bu ilişkinin kronolojik mi yoksa tipolojik mi olup olmadığını da araştırma
3
imkânı bulmuştur. Yazar, ayrıca, ulusların oluşumu ile etnisite arasında nedensel bir bağ olup olmadığını da irdelemeye çalışmıştır.
Smith, çalışmasında, ulus kavramını oluşturan mit ve bellekten başka şeylerin de olduğunu söylemektedir. Yinede bunlar, ulus kavramı için olmazsa olmaz bir nitelik taşımaktadır. Belleksiz kimlik olamamaktadır; mitsiz de ortak amaç. Kimlik, amaç veya kader, Smith’e göre, ulus kavramının zaruri öğeleridir. Fakat bu etnik topluluk kavramı için de geçerlidir. Çünkü etnik topluluğun da, kimlik ve kadere, mit ve sembollere ihtiyacı bulunmaktadır. Bu durumda ulus, genel bir ifadeyle, etnik topluluğun daha büyük bir biçimi olarak tezahür etmektedir.
Smith, Armstrong’a referansla, etnik topluluk ve ulusların, aynı andan hem somut hem de hayali olduğunu belirtmektedir. İdeolojik bir hareket olarak milliyetçiliği kavramak ise, örgütsel bir kültür olarak ulusa göre daha kolay görünmektedir. Uzaktan bakıldığında kolaylıkla tanınabilen etnik topluluklara yakından bakıldığında göz önünden kaybolabilmektedir. Bu ise, etnisitenin, bakana göre varolduğu, zamana ve bağlama bağlı, kayan, hızla değişen, yanıltan yani konjonktürel bir durum olduğu anlamına gelmektedir.
Çalışma’da, ulusların soykütüğü ve temelleri araştırılırken, etnik topluluk ve ulusları ve bunları oluşturan kendilerine mahsus özellikler, örneklendirilerek açıklanmaya çalışılır. Etnisite ve etnik toplulukların ulus-inşa süreçlerindeki rolü araştırıldığında ise, etnik topluluklar ile uluslar arasındaki benzer ve farklı yönler incelenmeye çalışılır. Çalışma’da ulus, verili bir toplumsal varlık ve insan topluluklarının zamandışı bir birimi olarak değerlendirilmemeye gayret gösterilirken, sanayi toplumunun zorunlu bir biçimi ya da kültürü ya da “kapitalizmin sinirsel tiki” gibi değerlendirilerek, modern bir olgu olmadığı vurgulanır.
Ekonomik kaynaklar fazlalığı, iletişim ve ulaşım sisteminin gelişmişliği, nüfusun büyüklüğü ve bürokratik merkeziyetçiliğin yaygınlığı gibi ulusları şekillendiren önemli faktörler olmakla beraber, gerçekleşen ulusal topluluğun özellikleri hakkında çok az bilgi vermektedir. Bu yüzden daha özel, öznel faktörlere yönelmek zorunlu hale gelmektedir. Etnik bilinci oluşturan kolektif irade, tavır, bellek, değer, mit ve sembolizm gibi kalıcı özellikler topluluğa özgü gelenek ve görenekler yoluyla topluğu ve topluluk çevresini şekillendirirken, dil, kanun, ilim ve sanat gibi topluluk yapısını etkileyen ve etkileyen araçlarla ölümsüzleşebilmektedir.
Smith, kitapta, insanların neden ülkeleri için canlarını feda ettiklerinin, neden kendilerini çok güçlü ulusal kimliklerle tanımlamak istediklerinin, ulusal karakter ile milliyetçiliğin evrensel olup olmadığının, “ulus”un tamamen modern bir olgu veya modern toplumsal koşulların bir ürünü olup olmadığının, “ulus” ve “ulusal kimlik” ile ne kastedildiğinin cevaplarını inceleme çalışır. Çalışma, ulusun, modern bir olgu olması veya olmaması üzerine odaklanarak bu sorunların cevaplarını aramaya çalışır. Bu soruyu tartışmaya açarken de, ulus kavramının unsurlarını ve bileşenlerini açığa çıkarmayı ve bu yolla ulusal kimliğin doğası ve uyandırdığı duyguların yoğunluğunu açıklamaya çabalar.
Yukarıda da belirtildiği üzere, Adam Smith’in kitabı, ulusların oluşumunun modern döneme mi ait yoksa modern öncesi zamanların bir ürünü mü olması veya olmaması üzerine bina edilmiştir. Burada, Yazar, okurlarına, modernist ve primordialistlerin, ulusların kökenleri hakkındaki görüşlerini irdeleyerek çalışmasını sürdürmektedir. Buna göre modernist görüş, ulusun, toplum ve tarih mozaiğinde bulunan doğal ve gerekli bir unsur olmadığını, kapitalizm, bürokrasi ve seküler faydacılık gibi modern gelişmelerin ürünü, yani tamamıyla modern bir olgu olduğunu iddia etmektedir. Milliyetçiliğin, çağdaş şartlarla bir uyum yakaladığından
4
dolayı, ulus, bugün yaygın olarak var olsa bile, aslında kökleri ne insan doğasında ne de tarihte olan, koşullara-konjonktüre bağlı bir olgu ve durumdur. Modernist görüş, bu iddiasıyla milletin ve milliyetçiliğin 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleşmeye başladığını savunmaktadır. Bu tarihten önceki zamanlarda ise millete ve milliyetçiliğe dair ki belirtilerin, rastlantılardan ibaret olduğunun altını çizmektedir. Bu görüş, milletler ve milliyetçilikler çalışmasını, modernliğin koşulları ve süreçleri içinde değerlendirir.
Primordialistler ise, etnik toplulukların ve ulusların, tarihin doğal birimleri ve insan deneyiminin bütünleştirici unsurları olduğunu iddia ederler. Bu önermenin soyo–biyolojik versiyonu, etnisitenin, kan bağının uzantısı olduğunu ve kan bağının da, hayatta kalma mücadelesinde kolektif amaçları gerçekleştirmede normal bir araç olduğunu vurgular. Aynı görüş, dili, dini, etnisiteyi ve toprağı, tarih boyunca ortak amaca sahip insan gruplarını örgütleyen temel ilke ve bağlar olarak değerlendirmiştir. Primordialistler, insanları farklı gruplara ayırmışlardır. Bu görüşe göre, milliyetçilikle ilgili modern bir şey bulunmamaktadır. Bu durumda da, modern zamanlarda koşulların değişmesi, milliyetçiliği etkilemeyecektir. Bununla birlikte, kültürel homojenliğin varolduğunu, açık kültürel bir birliği gösteren etnik toplulukların dünyanın bazı yerlerinde yaşadığını söylemek mümkün görünmektedir.
Primordialistler, milletler ve milliyetçiliğin sürekli ve doğal olduğunu savunurlar. Konuşma, cinsiyet ve coğrafya gibi doğal olduğu kabul edilmeksizin ulusların ve milliyetçiliğin tarihsel kayıtlarda var olduğu, Smith’e göre, kabul edilmektedir. Bu durumda, “millet” olarak adlandırılan birimler ile “milliyetçilik” diye isimlendirilen duyguların ve ideallerin, tarihin bütün dönemlerinde varolduğu ileri sürülebilir. Gruba olan aidiyet, kan bağı eğilimi, iletişim ve anlam bakımından kültürel sembolizme ihtiyaç duyulması gibi insanlığa ait özgül nitelikler veri alındığında, milletlerin ve milliyetçiliğin sürekli ve evrensel olduğu söylenebilmektedir. Smith ise modern ulusların, “etnik topluluklar” olarak anılan kadim kültürel gruplardan oluştuğunu söylerken, etnik toplulukların modern ulusların çizdiği ve şekillendirdiği sınırlarla tanımlanabileceğini öne sürmüş, etnik toplulukların/grupların, mit, değer, bellek ve sembolizm gibi kalıcı kültürel özellikler tarafından inşa edildiğinin altını çizmiştir.
Smith’e göre etnik topluluk, tarihsel topluluk bağlamında kültürel farklılıklara yapılan vurguyu birleştirir. Bu tarihsel bağların ve kültürel özgüllüğün algılanması, bir halkı diğerinden ayırır ve belli bir halka hem kendilerinin hem de dışarıdakilerin gözünde tanımlanmış bir kimlik kazandırır. Etnik topluluğu diğerlerinden ayıran özelliklere çalışmasında yer veren Smith, etnik topluluğun boyutları olarak kolektif isim, ortak soy miti, ortak tarih, diğer kültür unsurlarından ayrılan özel ortak kültür, belli bir toprak ile özdeşleşme ve dayanışma duygusuna yer verir ve etnik topluluğu, ortak soy miti, tarih ve kültürleri ile birlikte bir teritorya ile özdeşleşen ve dayanışma duygusuna sahip olan insan nüfusu olarak tanımlar. Yerleşikliliğe, nostaljik birikime, dinin kurumsallaşmasına ve devletlerarası savaş olgusuna çalışmasında yer verir.
Smith, düzenli bir sistemde ele aldığı ve akıcı bir üslupla resmettiği ulusların etnik kökenini anlamaya dönük çalışmasında, etnik topluluk ve etnomerkezciliğin her yerde hazır ve nazır olmasından, bir direniş ve restorasyon hareketi olarak etnisizmin tekerrür etmesinden ve belli “mit-sembol bileşimlerinin” ve kültürel-toplumsal nüfuzunun derecesinden bahsetmektedir. Açıklamaya dönük deliller yetersiz olsa da, etnik topluluğun ve etnisizmin, pek çok durumda etnik bağlar ve duygular yoğun ve demokratik olmaktan daha çok genişçe yayılmış ve yanal olsa bile, Antik Çağ ve Ortaçağ’da, özellikle Asya ve Avrupa’da geniş bir alana yayılmış ve tekrar tekrar ortaya çıkan bir olgu olduğunu belirtmektedir.
5
Sonuç olarak, bir gerçek ve bir istek olarak modern dünyanın bir uluslar dünyası olduğunu söyleyen Smith, günümüzde siyasetin ve devlet oluşturmanın meşruluk zemininin milliyetçilikten oluştuğunu dile getirmektedir. Çünkü Smith’e göre, herhangi bir ilke, insanlığın bağlılığını yönlendirememektedir. Federasyonlar bile, ulusların federasyonudur. Aynı zamanda bugün, mutabık olma ve birlikte genişleme anlamında tam olarak “ulus-devlet” olan bir devlet de yoktur. Devletlerin çoğunun etnik nüfusu melezdir, çoğu etnik azınlıklara sahiptir ve derin bölünmüşlüklere havidir. Ayrıca bu devletlerin sınırları, genellikle tekil bir etnik nüfusun sınırları ile çakışmamaktadır. Bu devletler hem etnik toplulukları hem de ulusları kendi bünyelerinde barındırmaktadırlar. Sallantıda olan bir etnik topluluk ise, kendine ait bir devleti ya da devletsiz tam bir ulus olmayı arzulamaktadır. Diğer durumlarda ise etnik topluluklar, mevcut konumlarında kalmaktan memnundurlar. Bununla beraber, daha geniş siyasi topluluk ya da ulus-devlet içinde kendi etki ve ayrıcalıklarını artırmanın çaresini ararlar.
Bu durum, etnik topluluk ve uluslar arasında net bir tablo çizmeyi güçleştirmektedir. Ancak milliyetçi duyguların gücü, bir yandan tüm devletlerin doğasını ve ilişkilerini, öte yandan da birçok etnik topluluğun amaçlarını ve özelliklerini dönüştürmüştür. Milliyetçiliğe göre dünya, özel ve biricik niteliğe sahip ulusların dünyasıdır. Tüm politik kudret, ulustan doğmaktadır. Ulus, milliyetçiliğe göre bir bütündür; sürekli evirilmesine ve dönüşmesine rağmen, sabittir. Bölünmelerle dolu olmasına rağmen süreklilik arzetmektedir. İnsanların çoğu, milliyetçilik dürtüsüyle, ait oldukları devlete bağlılık ile doğuştan ve yetiştirilme tarzlarından gelen, etnik topluluğa karşı can çekişen fakat patlayabilecek bir dayanışma duygusu arasında, bu bağlılıklar içinde bölünmüştür.

~Kaynak: http://www.yusufsayin.com.tr/

Eser Adı : Uluslar ve Ulusçuluk
Yazar : Ernest Gellner
Özet Tarihi : 31.01.2009
1925‟te Prag‟ta doğan Gellner, eğitim hayatını ve yaşamını İngiltere‟de sürdürdü. Sosyal antropoloji alanında doktorasını tamamlayan Gellner, 1984‟te Cambridge‟de Antropoloji bölüm başkanı oldu. 1995‟te hayata gözlerini yuman Ernest Gellner, birçok eser ve makaleye imza attı. Alanında oldukça mahir olan Yazar, “Uluslar ve Ulusçuluk” kitabıyla 1983 yılından beri ulusçuluk konusunda en çok referans verilen yazarlardan biri olmaya hak kazandı. Gellner‟in “Uluslar ve Ulusçuluk” kitabı, alanında anahtar bir kitap haline geldi. Kitap‟ın 24 dile çevirisi yapıldı. Milliyetçik, Ulus ve Ulus-Devlet konusunda çalışan araştırmacılar bu eserine çalışmalarında büyük atıflarda bulundular.
Daha önceki dönem milliyetçilik çalışmalarına hakim disiplinlerden ve milliyetçilik üzerine darbe vuran araştırmacılardan farklı olarak konuya antropoloji ve felsefe bilimleriyle yaklaşan Gellner, çalışmalarında fikirler ve toplum arasındaki ilişkiye yer verdi. Gellner, temel tarihi değişimi bir evrim süreci olarak değil, bir örgütlenme ve bir kültür biçiminden diğerine dönüşüm olarak gördü. Düşünce biçimlerini de örgütlenme ve kültürün işlevleri olarak ele aldı. Akıl ve bilimin, tek bir özel toplumsal düzenin, sanayileşme ile eşitlendiği modernliğin ürünü olduğuna inanan Gellner, bir filozof ve bilim adamı olarak köktenciliğe ve göreceliğe oldukça muhalifti.
Gellner‟in “Uluslar ve Ulusçuluk” eseri, 1980‟lerin ortasına damgasını vuran modernist yaklaşıma çok belirgin bir örnek temsil eder. Modernlik olgusunu toplumsal örgütlenme ve kültürün bir alâmetifarikası olarak gören Gellner, ulusçuluğu modern bir olgu ve modernliğin bir işlevi olarak değerlendiriyordu. Tarihin betimleyici ve tikelleştirici yaklaşımıyla modernlik-ulusçuluk ilişkisini anlayabileceğine inanmıyordu. Ulusçuluğun modern bir olgu olduğunu düşünen ve ulusların, ulusçuluğu değil, ulusçuluğun ulusları inşa ettiğini düşünen Gellner, ulusçuluk fikrini modernliğin bir ‘üreticisi’nden ziyade, bir „ürünü’ olarak görüyordu. Var olan bütün ulusçuluk yaklaşımlarına ters düşen Gellner, ulusçuluğun başarısının entelektüel gücünden değil, modern bir toplum düzeni içindeki işlevinden kaynaklandığına inanıyordu. Ulusçuluk, modern bir olgu olarak, uluslarda ulusçuluğun nedenleriyle değil daha çok sonuçları olarak anlaşılıyordu.
Tek devlet, tek kültür birlikteliğini savunan ve dayatan ve kutsallaştıran ulus-devlet modelinin sorgulanması, devletçi ve merkeziyetçi politikaları savunan ulusalcılığın güçlenmesine yol açtı. Kimi dönemlerde yaşanılan olgular ulusçuluğun kavranmasını karmaşık hale getirse de modernliğin bir ürünü olarak gelişen ulusçuluk, post-modern gelişmelere paralel olarak etkisini sürdürmektedir.
Gellner‟e göre ulus-devlet inşası, ulusçu fikir, duygu ve hareket süreçlerinin sanayileşme ile birleştiği noktada gerçekleşmiştir. Sanayileşme koşulları, dünyanın her yerinde benzer bir biçimde oluşmuş ve bu değişim ulusçuluğa yön veren temel etken olmuştur. Ulusçu fikir ve hareketler ile sanayileşme, siyasal aidiyetin güçlenmesinde birlikte iş görmüşlerdir.
2
Yazar‟a göre ulusçuluk, siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir. Bir hareket ve duygu olarak ulusçuluğu en iyi resmeden şey bu prensiptir. Ulusçu duygu, ya bu ilkenin çiğnenmesinin yol açtığı kızgınlıktan ya da onun gerçekleşmesinin neden olduğu mutluluk ve tatminden oluşur. Ulusçu ilke, çeşitli şekillerde çiğnenmiş olabilir. Ulusçuluk, etnik sınırların, siyasal sınırların ötesine taşmasını özellikle bir devletin içindeki etnik sınırların iktidar sahipleriyle yönetilenleri birbirinden ayırmamasını öngören bir siyasal meşruiyet kuramıdır. Kedourie‟nin deyişiyle ulusçuluk, 19. yüzyılın başında Avrupa‟da keşfedilmiş bir doktrindir.
Gellner, Weber‟e referansla, eserinde devleti, toplumda meşru şiddet tekelini elinde bulunduran kurum olarak tanımlamaktadır. Gellner‟e göre şiddet, ancak merkezi siyasal otorite ve onun bu hakkın kullanımını devrettikleri uygulayabilir. Bir başka deyişle Devlet, düzenin korunmasına yönelik uzmanlaşma ve yoğunlaşmadır. Özellikle düzenin korunması ve sağlanması ile uğraşan kurum ya da kurumlar dizisidir.
Her toplum, bir devlete sahip olmayabilir. Bu durumda ulusçuluk sorunu da devletsiz toplumlarda ortaya çıkmaz. Eğer ortada devlet yoksa sınırlarının, ulusun sınırları ile çakışıp çakışmaması diye bir sorun da olamaz. Devlet olmayınca yöneticilerde olamayacağından, yöneticilerin, yönetilenlerle aynı ulustan olup olmadıkları da sorulamaz. Ne devlet, ne de yöneticiler var olmadığından, bunların ulusçuluk ilkesinin gereklerine uymamış olmalarına da kızılmadığı gibi, son tahlilde de ulusçuluk sorunu, devlet olmadan ortaya çıkmamaktadır.
Bir başka nokta, ulusu olmayan bir insanın, bilinen kategorilere aykırı düşmekte ve tepki uyandırmakta olduğunu; bir insanın bir burnu ve iki gözü olduğu gibi bir milliyeti de olması gerektiğini belirten Gellner, ulus‟u ise, düşünceler, işaretler, çağrışımlar, davranış ve iletişim biçimleri sistemi anlamında, iki insanın aynı kültürü paylaşması, birbirlerini aynı ulusun üyesi olarak kabul etmesi olarak tanımlamaktadır. Bu minvalde, insanların oluşturduğu uluslar, insanların kendi inanç, sadakat ve dayanışmalarının ürünü olarak tezahür etmektedir. Yazar‟a göre; ulus‟u ulus yapan şey, birbirlerini aynı grubun üyeleri olarak telakki etmiş olmalarıdır.
Gellner, çalışmalarında, genel olarak dünya ve insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen sanayi toplumuna geçişe odaklandı. Uluslar ve ulusçuluğun doğal olmadığını, çünkü bunların, insanlığın kalıcı özellikleri olmadığını; sanayileşme ile tezahür ettiğini vurgulamaktadır. Gellner‟e göre ulusların ve ulusçuluğun, sanayileşme ile yakın, hatta zorunlu bir bağlantısı bulunmaktadır. Bu ise, uluslar ve ulusçuluğu, sanayi toplumu üyelerinin gözünde doğal kılmaktadır. Ulusçuluk gücünü bu doğallıktan almaktadır.
Karmaşık tarım toplumu, ulusların ve ulusçulukların gelişmesine izin vermemektedir. Hâkim kimliklerin mevcut olmasına rağmen, ulusların ve ulusçulukların mümkün olmasını engelleyen bölünmeler vardır. Eğer ulusçuluk böyle bir dönemde icat edilmiş olsaydı, genel kabul görme olasılığı çok zayıf olacaktı. Ulusçu kurama göre birbirinin nasibi olan iki potansiyel eşten ne kültürün ne de iktidarın, tarım çağı koşullarında diğerine yöneldiği görülür.
Gellner‟in ulusçuluk kuramında ulusçuluk, önceden mevcut olan uluslara ait olan bir duygu değildir. Daha çok, önceden var olmayan ulusları inşa eder. Gellner, anadil, devlet, din gibi bazı koşulların bazı ulus biçimlenmeleri üzerinde etkili olduğunu, ancak bu koşulların ulusçuluk öncesi uluslar oluşturmadığını belirtir. Ulusçuluğun güç ve prestij elde ettiği yerlerde türevsel ya da taklit biçimlerine yol açabildiğini de görür. Ulusçuluğun sanayileşme
3
için bir araç olduğuna işaret eden, fakat her zaman sanayileşmeciliğe de eşlik etmediğini de söyleyen Gellner, güçlü ve tutarlı bir ulusçuluk kuramı ortaya koymaktadır.
Gellner, kitabında, kültürlerin sanayileşme baskısı altında nasıl türdeşleştiğini, güçlü bir devlet tarafından nasıl vurgulandığını, sanayileşmenin eşitsiz yayılışıyla birleşen kültürel farklılıkların nasıl çatışmacı ulusçuluklara yol açtığını belirtir. Gellner, var olan ulusçuluklarda daha fazlasının olduğuna dikkat çeker. Muvaffak olanların daha çok gerçek uluslar olduğunu dile getiren Gellner, ulusçuluğun, sanayileşmeye geçişte özgün standart kümelerini geçerli kıldığını belirtir. Bu kültürlerin, bir bakıma „nefes alma odaları‟ gibi olduğunu söyleyen Gellner, sanayi toplumu insanının ancak böyle korunaklı kapılar içinde iş göreceğini vurgular.
Gellner, kitabında, bu ulusal kültürleri derinden analiz eder ve terazinin bir ucunda bu kültürü toplumun bütün kesimlerine yayan güçlü bir devlete bağlı yazılı dilleriyle önceden var olan yüksek kültürlerin bulunduğuna işaret eder. Gellner, uluslar ve ulusçuluk eserinde, yüksek kültürler, folk kültürleri ve ulusçuluk arasındaki ilişkiyi incelemektedir. “Megolomania İmparatorluğu”na karşı savaşan bir köyistan ulusçuluğu icat eden Gellner, geçmişteki haydutların ulusal kahramanlar olarak gösterildiğine, bunlar için düzenlenen saygı gösterilerine ve yüksek kültürün ayrılmaz bir parçası olarak bazı folk şarkılarının sözlerinin haydutlar hakkındaki görüşlere işaret ettiğine yer verir. Kitabında, sanayileşmenin, bireysel mobiletinin önündeki engelleri kaldırdığını, yani entropiye yol açtığı konusunu ele alan Gellner, ayrıntılı bir ulusçuluk tipolojisi sunmaktadır.
Ulusçuluk karmaşık ve sürekli, zincirleme ilişkiler içinde değişen belirli bir tür iş bölümünden kaynaklanmaktadır. Ulusçuluk hareketi siyasal yönetimle kültür arasındaki ilişkinin oldukça kaçınılmaz bir biçimde köklü bir uyarlanışının dışa vurmuş bir görüntüsüdür. Her hangi bir toplum için kültür, herkesin nefes alabildiği, konuşabildiği ve üretebildiği bir ortam olduğuna göre bu, herkes için aynı kültür olmalıdır. Dahası, bu, büyük ya da yüksek bir kültür olmalıdır. Artık farklılaşmış, yerel bağlantılı, okur-yazar olmayan küçük bir kültür ya da gelenek olamaz.
Diğer modernist yaklaşımlar, medya ve tahayyül, modern devlet ve kitle siyaseti, sınıf ve ekonomik çatışma üzerinde dururken, Gellner, sanayileşmeye geçiş ve bunun kültürel ve siyasal sonuçlarına sosyolojik odaklanışıyla uluslar ve ulusçuluk çalışmalarına eğilen diğer araştırmacılardan farklılık arzetti. İddialı ve tamamlanmış bir kuram geliştirdi. Birçok yazar onun aldığı yolun yarısına ulaşabildi. Ulusçuluk anlayışını evrensel tarihi bir çerçeve içine yerleştiren Gellner‟in Uluslar ve Ulusçuluk kitabı yüksek düzeyde bir soyutlamaydı ve tikelleştirmeye ve betimlemeye dayanan tarihi yaklaşımı dışarıda bırakıyordu. Gellner‟e dönük eleştiriler ise, kavramsal, ampirik ve açıklama gücü olarak 3 farklı alandan oldu. Gellner‟e dönük kavramsal eleştiriler, sanayileşme kavramının anlamına ve neyi kapsadığına dönük geldi.
John Breuilly‟e göre Gellner, sanayileşme kavramını esnek ve geniş bir biçimde kullanmıştır. Örnek olarak, ticari kapitalizmin gelişimindeki ilk aşamaların da bu kavrama dâhil edilebileceği, böylelikle sanayileşmenin başlangıcının, daha öncesine değilse de erken 18. yüzyıla dayandığı inancındaydı.
Gellner‟in kuramına dönük ampirik eleştiriler ise, sanayileşme kavramının geniş içeriğine ve ulusçuluk kavramının çeşitli veçhelerine ve bu ikisi arasında çeşitli bağlantılar kurması üzerine yoğunlaşmıştır. Aynı toplum içinde ulusçuluğun farklı türleri arasındaki hızlı
4
geçişlerde ve sanayileşme olmadan gerçekleşen ulusçuluk meselesi ampirik eleştirilerin bir başka boyutunu kapsamaktadır.
Son olarak; Gellner‟in açıklama gücü ile ilgili eleştiriler, Gellner‟in düşüncelerin rolüne hiç yer vermemesi ve ısrarla ulusçuların ne yaptıklarını anlamadığından söz etmesi, Gellner‟in açıkça ulusçuluğu yorumlamaktan çok, açıklamayı hedeflediğini göstermektedir.
Türkiye‟deki Kemalist, Türkçü, Kürtçü ve İslamcı ulusal siyasi politikaların rekabetinde olduğu gibi Gellner, milliyetçilik çalışmalarında ulus-devletlerin inşasından sonra, türdeş bir ulvi kültür üzerinde odaklanan ulusalcı politikalarla buna muhalif milliyetçi kurgularını politika alanına taşıyan diğer-ulusalcı akımların rekabetine-çekişmesine yer vermemektedir.
Ulus-inşa sürecinde ulusalcı hareketler, iktidara dair ki söylemlerinde bağımsızlık, adalet ve demokrasi yanlısı bir politik dil kullanmışlardır. Ve sık sık adalet, demokrasi ve barışa atıf yapmışlardır. Oysa özgürlük ve demokrasiye geçişte bir ilk adım olarak görülen Elçibey dönemi Azerbaycan‟ında, Şevardnadze dönemi Gürcistan‟ında olduğu gibi ilk zamanlar bu politikalar desteklense de, sonrasında bu ülkelerde olduğu gibi yönetimler kendi despot, siyasal baskılarını günden güne artırmışlardır.
Gellner‟in sunduğu modelin soyut ve sosyolojik biçimi, gerçek vakalarla bağlantı kurmayı zorlaştırmaktadır. Öyle ki, soyut model bağlamında bile toplumun belli bir düzlemine ilişkin olarak devlet ve siyasete dair hiçbir ciddi inceleme yer almamaktadır. İster siyasal, ister kültürel, isterse iktisadi alanda olsun, sorun, daha genel anlamda eyleyici ya da eylemin kendisiyle ilişkilidir.
5
Ek 1: A Review by Dawn A. Vogel, October 20061
Nations and Nationalism (Oxford Press) by Ernest Gellner is an attempt to determine what conditions bring about a true nation and the possibilities of nationalism, as well as an examination of the various components of nationalism. Throughout the Book, Gellner uses real and imaginary events and circumstances to illustrate these conditions and components. At the same time, he is able to further clarify what the terms „nation’ and „nationalism’ mean. By examining his arguments, the strengths and weaknesses of this Book can be discovered.
Gellner spends considerable time delineating (tasvir etmek, tarif etmek) the differences between agrarian (tarımsal, zirai) and industrial societies, in order to explain why true nations do not develop in agrarian societies. By his definitions, agrarian societies are those in which there is a clear horizontal division between the ruling class and the masses, while there are vertical divisions within the masses. These divisions prevent the culture from achieving “the kind of monochrome (tekrenkli, monokrom) homogeneity and political pervasiveness and domination for which later, with the coming of the age of nationalism, they later strive” (p. 13). The divisions within industrial society, on the other hand, contain a division of labor that fosters the growth of nationalism. Rather than only a small group of people, to whom Gellner refers as the clerisy (status of intellectuals and highly educated people), having the tools of literacy and education, the potential for this type of training is more widely available, preventing sub-communities which cannot support their own educational system from socializing members of their community. The wider educational system takes the responsibility for socialization of all persons, minimizing distinctions that were highly visible in agrarian society.
Ek 2: Eserleri2
1. (1959), Words and Things, A Critical Account of Linguistic Philosophy and a Study in Ideology, London: Gollancz; Boston: Beacon. Also see correspondence in The Times, 10 November to 23 November 1959.
2. Thought and Change (1964)
3. Saints of the Atlas
4. Contemporary Thought and Politics
5. The Devil in Modern Philosophy
6. Legitimation of Belief
7. Spectacles and Predicaments
8. Social and Western Anthropology (1980) (editor)
9. Muslim Society (1981)
10. Nations and Nationalism (1983)
11. The Concept of Kinship and Other Essays (1986)
12. Relativism and the Social Sciences
13. The Psychoanalytic Movement
14. Culture, Identity and Politics
15. State and Society in Soviet Thought (1988)
16. Plough, Sword and Book (1988)
17. Postmodernism, Reason and Religion (1992)
1 http://www.associatedcontent.com/article/65672/nations_and_nationalism_by_ernest_gellner.html
2 http://en.wikipedia.org/wiki/Ernest_Gellner
6
18. Conditions of Liberty (1994)
19. Anthropology and Politics: Revolutions in the Sacred Grove (1995)
20. Language and Solitude: Wittgenstein, Malinowski and the Habsburg Dilemma (1998)

~Kaynak: http://www.yusufsayin.com.tr/

1
Eser Adı : Uzun Yirminci Yüzyıl
Yazar : Giovanni Arrighi
Özet Tarihi : 15.04.2009
“Uzun Yirminci Yüzyıl”, Giovanni Arrighi’nin 1970’lerde yaşanan dünya ekonomik krizi üzerine bir inceleme çalışması olarak başlamış, yirminci yüzyılın hayli uzun tarihsel değişim ve dönüşümünü konu edinmiş, modern çağın birbirine bağımlı iki temel süreci olan bir ulusal devletler sisteminin oluşturulması ve dünya çapında bir kapitalist sistemin oluşumu içeren bir inceleme niteliği taşımıştır. Çalışmasını dört bölüm halinde hazırlayan Yazar, birinci bölümde, dünya gücünün asıl uğraşı alanı olarak modern devletlerarası sistemin kurulması ve yayılması süreçleri üzerine odaklanmış, incelemesinde, Orta Çağ’ın sonunda Avrupa’da İtalya’nın kuzeyindeki kent devletlerinin oluşturduğu kapitalist alt-sistemin kuruluşuna yer vermiştir. Yazar’a göre bu alt sistem, iki yüzyıl sonra doğacak Westphalia ulus-devletler sisteminin doğuşuna kaynaklık etmiştir.
Yine, modern devletlerarası sistemin küresel ölçekte gelişmesine yer veren birinci bölümde Yazar, sistemin küresel ölçekte genişlemesini, yalnızca daha geniş toplumsal temeller üzerinde yeniden kurulması için eski sistemin yıkılması sürecinde bir seri geçişler olarak tanımlamıştır. Yazar analizini, gittikçe gelişmiş ve değişmiş bulunan Westphalia ulus-devletler sisteminin yirminci yüzyılda yaşadığı krizleri konu edinerek sürdürmüştür. Günümüzde yaşanan krizleri teşhis etmede hükümetlerin sahip oldukları görev alanlarından ziyade iş örgütlerinin akış alanları üzerine odaklanan Yazar, çalışmasında yeni bir araştırma yöntemi formüle etmeye çabalamıştır. Tam bu noktada da, sistemik birikim daireleri ve bunların birbirleriyle karşılaştırılmaları üzerinde durmuştur. Sistemik birikim daireleri ise, kapitalist dünya sisteminin hâkim tepelerinin, Braudel’in, “kapitalizmin gerçek yuvası” olarak betimlediği yerin süreçleridir.
Yazar kitabının ikinci bölümünde tek tarihsel kapitalist yayılma sürecinin ilk iki döneminin kurgusunu yaparak Ceneviz ve Hollanda dairelerine değinmiş, çalışmasını, sistemik birikim dairelerinin öncülerini inceleyerek, yüksek finans sisteminin inşasını konu edinerek ve devletin ve sermayenin diyalektiği meselesine yer vererek sürdürmüştür. Yazar, üçüncü bölümde ise, İngiliz dairesini (üçüncü sistemik birikim dairesini) tanımlamaya çalışmış, bunu ilk iki süreçle karşılaştırarak tarihsel kapitalist genişleme sürecine yeni bir aşama katmıştır. Üçüncü bölümün sonunda ise ilk üç dairenin karşılaştırmalı bir incelemesi yapılmıştır. Yazar, bu bölümde, kapitalizm ve teritoryalizmin diyalektiğine yer vererek, dördüncü birikim dairesi olarak Amerikan birikim dairesine bir ön bakışta bulunmuştur. Yazar, kitabının dördüncü ve son bölümünde ise piyasa ve planlama diyalektiği, dördüncü birikim dairesi olarak Amerikan birikim dairesini ve küresel krizin dinamiklerini ele almış, çalışmasını kapitalizmin başarısını sorguladığı bir sonuç bölümü ile nihayete ulaştırmıştır.
Arrighi, kitabında Yirminci Yüzyılı, eski İngiliz sisteminin yapılarının yıkıldığı ve yeni Amerikan sisteminin kurulduğu mali genişleme süreci; yeni Amerikan sistemi hâkimiyetinin dünya çapında bir ticaret ve üretim genişlemesine dönüştüğü 1950’ler ve 19602’ların maddi büyüme süreci ve eskimiş olan Amerikan sistemi yapılarının yıkıldığı ve “yeni” bir sistemin yeni yapılarının büyük ihtimalle kurulmakta olduğu günümüzdeki mali genişleme süreci olarak yeniden kavramsallaştırmıştır. Arrighi’ye göre Yirminci Yüzyıl, her biri modern
2
kapitalist dünya sisteminin önemli bir gelişme aşamasını oluşturan benzer yapılı dört uzun yüzyılın en sonuncusu olarak görünmektedir. Yazar, “gemide kalmak” olarak nitelediği çalışmasının yönteminde dünya kapitalizminin ve modern devletlerarası sistemin bütünsel gelişimin incelenmesindeki zorlukları aşabilecek başka bir yol arayışı içinde olmuştur.
Yazar’a göre 1970’lerde insanların pek çoğu kriz hakkında konuşurlarken, 1980’lerde insanların çoğu yeniden yapılanmayı ve yeniden örgütlenmeyi konuştular. 1990’larda ise 1970’lerdeki krizin gerçekten çözüme kavuştuğu konusunda emin olunmamaya başlandı ve kapitalist tarihin kesin bir dönüm noktasında olunabileceği düşünülmeye başlandı. Bu arada sermaye birikimi süreçlerinin görünüşünde de zaman içinde değişmeler meydana geldi, 1970’lerin hâkim eğilimi, sermaye birikim süreçlerinin yüksek gelirli ülke ve bölgelerden, düşük gelirlilere doğru yer değiştirmesi biçiminde belirirken, 1980’lerde ise sermayenin yüksek gelir düzeyine sahip ülke ve bölgelerde yeniden merkezileşmesine yönelik bir biçimde ortaya çıkmıştır. Ancak hareketin yönü ne olursa olsun 1970’lerden beri eğilim, sermayenin büyük bir coğrafi devingenliğe sahip oluşudur.
Arrighi, çalışmasının eksenini, günümüzün mali genişleme ve sistemik yeniden yapılanma aşamasında yeniden üretilen tekrarlanmalar ve evrim modelleri ile bu modellerle geçmişteki tekrarlama ve evrim modelleri arasında farklılaşmaya yol açabilecek olan anormalliklerin tanımlanması çabasıyla birbiri ardınca gelen sistemik birikim dairelerinin karşılaştırmalı bir çözümlemesi üzerine inşa etmiş ve her biri dünya ölçeğinde sermaye birikim süreçlerinin başlıca kurumları ile yapısının temel birliğince nitelenen dört sistemik birikim dairesini tanımlamıştır. Bunlardan ilki 15 yüzyıldan 17. yüzyılın başlarına kadar devam eden Ceneviz birikim dairesi; 16. yüzyılın sonlarından başlayan ve 18. yüzyılın sonlarına kadar devam eden Hollanda birikim dairesi; 18. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayan ve 20. yüzyılın başlarına kadar devam eden İngiliz birikim dairesi ve son olarak 19. yüzyılın sonlarında başlayan ve günümüzdeki mali genişleme aşamasına kadar devam eden Amerikan sistemik dairesi olarak Yazar, dört sistemik birikim dairesini tanımlamıştır.
Arrighi, Marks’a atıfla, bir kuruluşu ve toplumsal tabakayı kapitalist yapan şeyin belirli bir mala sahip olmak veya faaliyet alanına yatırım yapmaktan ziyade sermayenin üreme gücü olduğunu belirtmektedir. Buna göre sistemik birikim daireleri tasarımı da, mantıklı bir biçimde kapitalizm ile ticaret ve üretim dünyası arasında araçsal olan bu ilişkiden gelmekte ve onu vurgulamaktadır. Arrighi’ye göre dünya ölçeğinde birikim kavramından anlaşılması gereken, önder kuruluşların genişlemeleri, örgütlenmeleri ve düzenlenmelerine yol açan stratejiler ve yapılardır. Sistemik daireler kavramının asıl amacı, kapitalist dünya ekonomisini orta çağların sonundaki alt-sistemik ilkel başlangıcından bugünkü küresel boyutuna taşıyan birbirinin ardılı sistemlerin kuruluşunu, gelişimini ve çözülüşünü açıklamaktır.
Arrighi, Braudel’in kapitalizmi, üç katlı bir yapının en üst tabakası olarak anladığını vaaz etmektedir. Bahsedilen bu üç katlı yapının en alt katında basit ve kendine yeter bir ekonomi katmanı–maddi hayat tabakası yer alırken, ekonomi-dışı katman, kapitalizmin kök salabileceği, fakat asla içine işlemeyeceği bir gelişme ortamı olarak nitelenmektedir. Tabakanın ikinci katında ise “çeşitli piyasalar arasındaki yatay iletişimleriyle” piyasa ekonomisi yer almaktadır.
Yazar, incelemenin sorunsalının, günlük yaşamın başlangıçtaki yapıları üzerinde dünya piyasa ekonomisinin ne zaman ve nasıl kurulduğundan ziyade, kapitalizmin varolan dünya piyasa ekonomisi üzerinde ne zaman ve nasıl yükseldiği ve zaman içinde tüm dünyanın yaşantısını ve piyasalarını yeniden biçimlendirecek gücü nasıl edindiği olduğunu ifade
3
etmektedir. Yaptığı şeyin ise, kapitalizmin gerçek yuvasını incelemek olduğunu belirtmektedir. Fakat bu yolculukta piyasa ekonomisini ve maddi yaşamın alt-katmanlarını incelemek kapitalizmin ne olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Yazar’a göre modern çağda kapitalist gücün yükselmesi ve yayılmasında en önemli ve sürekli etken, büyük ama eşit politik yapılar arasında akışkan sermaye için yapılan rekabet olmuştur. Bu rekabetin, rakip devletlerin iktidarı ve bu mücadelede onlara ekonomik olarak yardım eden devlet ve devlet-dışı örgütlerin gücü üzerindeki etkilerini dikkate almadıkça dünya sistemindeki güçlerin ilişkileri hakkındaki yargımız esaslı bir biçimde kusurlu olmaya mahkûm olacaktır.
Tarihsel kapitalizmin izdüşümlerine kitabında yer veren Yazar, dünya hegemonyası kavramının devletin, hegemonyacı devletler sistemi üzerinde önderlik ve yönetme işlevlerini yerine getirme işlevini gördüğünü belirtmektedir. Bu ise, “tahakküm”den ayrılmakta, tahakküm esas itibariyle zora dayanırken, hegemonya ise etimolojik anlamıyla “önderlik”e karşılık gelmektedir. “Önderlik” ise, hakim bir devletin, eğer devletler sistemine arzulanan yönde önderlik edebiliyorsa ve böyle yapmakla genel çıkarı koruduğuna inanılıyorsa, hegemonya işlevini yerine getiriyor demektir. Hâkim bir devleti hegemonyacı bir devlet haline getiren bu önderliktir.
Kapitalizm ve teritoryalite arasındaki ilişkide ise Yazar, teritoryalite bağlamında belirli bir toprağa sahip yöneticilerin iktidarı, egemenlik alanlarının boyutları ve üzerinde yaşayan nüfusun çokluğu ile tanımlamakta ve zenginliği-sermayeyi, toprak genişlemesinin bir aracı veya bir yan getirisi şeklinde anlamaktadırlar. Buna karşın kapitalist yöneticiler ise, iktidarı, kıt kaynaklar üzerindeki hâkimiyetlerinin genişliği ile tanımlamakta ve toprak kazanımlarını, sermaye birikiminin bir aracı ve bir yan ürünü olarak görmektedir.
Kapitalizm ve teritoryalite devlet kurma stratejilerinin bir alternatifini sunmaktadır. Teritoryal stratejide devlet kurma ve savaş yapmanın amacı toprak ve nüfus üzerinde denetimi ele geçirmek ve aracı değişken sermaye üzerinde kontrolü elde etmek iken, kapitalist stratejide amaçlar ve araçlar değişmekte, amaç, değişken sermaye üzerinde kontrol ve denetim sağlamak olurken, araç ise toprak ve nüfus üzerinde kontrolün ele geçirilmesidir.
Kitabında çağdaş devletlerarası sistemin kökenlerine yer veren Arrighi, modern devletlerarası sistemin temellerinin, orta Çağ sistemine dâhil Kuzey İtalya’da bölgesel bir kapitalist kent devletleri alt-sistemi yönetiminin oluşumunda yatmakta olduğunu söylemektedir. Yazar’a göre, Venedik, Floransa, Ceneviz ve Milano’dan merkezlenen bu kent devletleri alt-sistemi, iki yüzyıl öncesinde, günümüzdeki modern devletlerarası sistemin karakteristik özelliklerini içinde barındırmıştır.
Bu özelliklere genel olarak bakıldığında ise, Kuzey İtalya’daki bölgesel kapitalist kent devletleri alt-sisteminin, kapitalist devlet kurma ve savaş yapma; papa-imparator, kent devletlerinin kendileri arasında ve Batı Avrupa’da çıkmaya başlayan hanedan devletleri arasında güçler dengesi; korunma maliyetlerinin bir bölümün gelire dönüştürülmesi ve savaşların maliyetlerinin karşılanması ve (kapitalist) yöneticilerin yerleşik diplomasinin sıkı ve gelişmiş ağının daha da gelişmesine önderlik etme gibi niteliklere sahip olduğu görülmektedir. Uzun mesafeli ticaret ve devlet maliyesinden kaynaklanan sermaye birikimi, güçler dengesinin yönetimi, savaşın ticarileşmesi ve yerleşik diplomasinin gelişmesi gittikçe birbirinin tamamladı ve servet ve iktidarın, bir yüzyıl daha fazla bir süre Kuzey İtalyan kent devletlerini yöneten oligarşilerin elinde olağanüstü bir biçimde yoğunlaşmasını sağladı.

~Kaynak: http://www.yusufsayin.com.tr/

Eser Adı : XX. Yüzyılda Tarih Yazımı
Yazar : George G. Iggers
Entelektüel tarih ve Avrupa tarihyazımı alanlarında bir otorite olarak kabul edilen Iggers, Almanca versiyonu 1993 yılında yayınlanan kitabını “Rasyonalite ve Tarih” üzerine bir panelde sunduğu tarihsel araştırmalara yönelik pot-modernist meydan okuma sorununu ele alan bir bildiriye dayandırmıştır. Kapsamı açısından uluslararası tarihsel düşüncenin mukayeseli bir incelemesi olmakla birlikte, niteliği seçici ve Yazar’ın kişisel entelektüel birikimi ile sınırlı özelliktedir.
Temelde tarihçilerin düşünüş ve uygulamalarında kendini göstermekte olan köklü değişiklikler içinde seçilmiş bir diziyi ele alan kitap, tarihin, 19.yüzyılda bir disiplin olarak ortaya çıkışından bu yanan tarihsel araştırma ve yazmanın dayandığı temel varsayımların, son yirmi yıldan beri gittikçe sorgulanmakta olduğunu, bu varsayımların birçoğunun Batı tarihyazımı geleneğinin klasik Antikçağ’daki başlangıcına dek uzandığının altını çizerken, 19. yüzyılda yeni olan şeyin, tarih araştırmalarının profesyonelleşmesi ile bu araştırmaların üniversitelerde ve araştırma merkezlerinde yoğunlaşması olduğunu ifade etmektedir. Profesyonelleşme sürecinin merkezinde ise tarihin bilimsel konumuna ilişkin sağlam bir inanç bulunmaktadır.
Eserini on iki bölüm halinde okurlarına sunan yazar, kitabında, profesyonel bir disiplin olarak tarihin doğuşu, bir araştırmacılık modeli olarak klasik historisizm ve bunalımı, Almanya’da ekonomik ve toplumsal tarih ile tarihsel sosyolojinin başlangıcı, Amerikan toplumsal gelenekleri, sosyal bilimlerin meydan okuyuşu, Annales Ekolü, eleştiri kuramı ve toplumsal tarih, tarihsel materyalizmden eleştirel antropolojiye Marksist tarih bilimi, Lawrence Stone ve “Anlatının Dirilişi”, makro tarihe mikro tarihe gündelik yaşam tarihi, dilbilimsel yöneliş bağlamında bilimsel bir disiplin olarak tarihin sonu meselelerini ele almış ve çalışmasını 1990’lı yıllara dair geliştirdiği bakış açısı ile nihayete erdirmiştir. Kitabını üç bölüm halinde hazırlayan Yazar, tarihin bilimsel bir disiplin olarak kurulmasını, sosyal bilimlerin geleneksel bilim insanlığına meydan okumasını ve son olarak da post-modernist düşünce tarafından sosyal-bilim yaklaşımlarının eleştirisini ve bunun tarihçinin çalışması üzerindeki etkisini ele almıştır.
Iggers’a göre 19. yüzyıl tarihyazımı, klasik Yunan Antikçağı’nın büyük tarihçilerine dek uzanan bir gelenek üzerinde yükselmektedir. Bu disiplin mit ile gerçek arasındaki ayrımı Thukydides ile paylaşırken bilimselliğine ve tarih yazmanın retorik dışı karakterine rağmen tarihin daima bir anlatı biçiminde yazılması gerektiğini kabul etmesi bakımından klasik tarihyazma geleneğini sürdürmektedir. Bu, doğal olarak tarihsel anlatının görgül olarak geçerliliği kanıtlanmış olgu veya olaylardan yola çıkarken, bunları tutarlı bir anlatıya dönüştürmek üzere zorunlu olarak hayali adımlar atılması gerektiğini gerektirmektedir. Bu sebeple kurgusal bir unsurun bütün tarihsel söyleme girmesi kaçınılmazdır.
Buradan hareketle Yazar, 19.yüzyılın bilimsel tarihi ile daha önceki edebi gelenekler arasındaki kopuşun zannedildiği gibi büyük olmadığını ve bilimsel tarihsel söylemin edebi hayal gücünü içerdiği gibi daha eski edebi geleneğinde gerçeği sahih bir geçmişin yeniden kurulmasında aradığını ifade etmektedir.
2
20. yüzyılında tarih düşüncesinde ise çok farklı iki yönelim mevcut bulunduğunu belirten
Yazar, ilk yönelimin 19.yüzyıl profesyonel tarihyazımının anlatıya dayalı, olay yönelimli
niteliğinin 20.yüzyılda sosyal-bilimli tarihsel araştırma ve yazma biçimlerine doğru
dönüşümüyle kendini gösterdiğini belirtirken, bu yönelimle geleneksel tarihyazımının ana
varsayımlarına meydan okunduğunu dile getirmektedir. Bu minvalde nicel sosyolojik ve
ekonomik yaklaşımlardan ve Anneles Ekolü’nün yapısalcılığından Marksist sınıf
çözümlemesine değin uzanan çeşitli sosyal bilim yönelimli tarih türleri metodolojik ve
ideolojik yelpazede yerlerini almışlardır.
Geleneksel tarihyazımı soyut genellemelere indirgenmeye karşı koyan bireylerin aracılığına
ve kasıtlılık unsurlarına odaklanmış iken, tarihin, sosyal-bilim yönelimli yeni biçimleri
toplumsal yapıların ve toplumsal değişim süreçlerinin altını çizmektedir. Geleneksel
tarihyazımı ile bilimsel/sosyal-yönelimli tarih yazımı arasındaki ikinci bir nokta ise, her ikisi
de ortak bir şekilde, tek çizgili bir zaman kavramı ile çalışırken, tarihte bir süreklilik ve yön
olduğunu, bir tarihler çokluğunun tersine tek bir tarih bulunduğunun altını çizmektedir.
Sosyal-bilim tarihçileri, modern çağ tarihinin belirgin bir yönde hareket ettiği inancı içinde
bulunmaktadırlar.
Geleneksel tarihyazımı ile bilimsel/sosyal-yönelimli tarihyazımı arasında belirli ortak
nitelikler olmakla birlikte kimi noktalarda da birbirinden ayrılmaktadır. Sosyal-yönelimli
tarihyazımı, geleneksel tarihyazımından farklı olarak, dar bir biçimde, bireyler, “büyük
adamlar” ve olaylar üzerine eğilmesi ve bunların içinde yer aldığı daha geniş bir bağlamı göz
ardı etmek yerine, tarihin demokratikleştirilmesi, nüfusun daha geniş kesimlerini içermesi ve
tarihsel perspektifin siyasetten topluma doğru genişletilmesi üzerine çalışmıştır. Sosyalyönelimli
tarihyazımı, tarihin genellemelerle değil özgüllüklerle ilgilenirken, “açıklamak”
yerine “anlama”yı amaç edinmektedir. Bu bağlamda sosyal-yönelimli tarihyazımı, bütün
bilimlerin nedensel açıklamaları içermesi gerektiğini öne sürmektedir.
Ranke tarafından başlatılan profesyonel tarihyazımı paradigması, evrensel düzeyde tarihsel
araştırma standardı olarak kabul edildiği dönemde çoktan çağın toplumsal ve siyasal
gerçeklikleri uyumsuz hale gelmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde bu paradigmanın varsaydığı
toplumsal ve siyasal koşullar köklü bir biçimde dönüşüme uğramaya başladı. Sosyal-bilim
yönelimli tarihçiler ise modern dünyayı Ranke ekolünden çok daha dinamik bir biçimde
kavrıyorlardı. Sürekli ekonomik büyümeyi ve toplumun düzenine bilimsel akılcılık
uygulamasını, modern varoluşu tanımlayan pozitif değerler olarak görüyorlardı.
Iggers’a göre tarih yazmanın kapsamı, son otuz yılda oldukça genişlemeye başlamıştır. Yeni
dönemlerde yazılan tarihler siyasal ve toplumsal seçkinler üzerinde yoğunlaşan geleneksel
tarihyazımına meydan okumaktadır ve nüfusun çok uzun zamandır ihmal edilmiş kesimlerini
de tarih dâhil etme eğilimindedir. Bu yeni tarihler yalnızca kadınları kapsamakla kalmayıp,
aynı zamanda feminist bir bakışı da gündeme getiren “aşağıdan yukarıya bir tarih”i de
sunmaktadır. Tarihin merkezine kişisellikten uzak büyük yapıları yerleştiren eski sosyal bilim
yaklaşımlarına ters bir biçimde sosyal-bilim yönelimli tarih, siyaset araştırmalarını toplum
araştırmaları ile nasıl ikame ettiyse yeni tarih de gündelik yaşamın ve gündelik deneyimin
koşulları olarak kültür araştırmalarına yönelmiştir.
Son otuz, kırk yıldan beri ise gittikçe sayısı artan tarihçi, tarihin bilimden ziyade edebiyata
yakın olduğu kanısına varmıştır. Bu düşünce ise, modern tarihsel bilimselliğin dayandığı
varsayımlara meydan okumaktadır. Yazar’a göre, tarihin hiçbir nesnesi olmaması yüzünden
tarihsel araştırmalarda nesnelliğin olanaksız olduğu düşüncesi gittikçe geçerlilik kazanmaya
3
başlamıştır. Buna uygun olarak tarihçi, daima düşündüğü dünyanın mahkûmu olmuştur. Dolaysıyla düşünceleri ve algılamaları, kullandığı dilin kategorileri tarafından koşullanmaktadır. Bu bağlamda dil ise, gerçekliği biçimlendirirken, ona gönderme yapmamaktadır.
Bilimsel nesnellikten post-modernizme geçişi mevzu bahis ettiği çalışmasında Iggers, post-modernist meydan okumanın, tarih düşüncesi ve yazımı üzerinde önemli bir etkisi olmakla birlikte, bu etki eski kavramlar ve uygulamalarla olan süreklilikleri tahrip etmeksizin gerçekleşmiş olduğunu vurgulamaktadır. Post-modernizm, sınai büyümesini, yükselen ekonomik beklentileri ve geleneksel orta-sınıf kurallarına ilişkin eski kesin kabullerin sarsıldığı dönüşüm halindeki bir toplumu ve bir kültürü yansıtan bir süreçtir. Bu, son yirmi yılın tarihyazımına da yansımış bulunmaktadır. Post-modernizme göre tarihin konusu, toplumsal yapılardan ve süreçlerden, genel anlamda gündelik yaşam kültürüne doğru kaymıştır. Üstün ve güçlü olan bireylere değil de sıradan insanlara yepyeni bir dikkat yöneltildikçe, tarih yeniden bir insani çehreye bürünmektedir. Artık araştırmaların odağı, makro ölçekten mikro ölçeklere inmektedir.
Yazar kitabında ele aldığı konu, son yirmi yılın tarihyazımının incelenmesinden ziyade, tarihçilerin, bir yandan bilimin sahip olduğu yetkeye olan inançlarında çok daha ihtiyatlı duruma gelirken, diğer yandan da gerçek olan ve hayal edilmemiş bir geçmiş üstünden çalıştıkları kanısını koruduklarını düşündürmektedir. Her ne kadar bu gerçek geçmişe sadece tarihçinin zihni aracılığıyla ulaşılabilse de, bu çaba, bir araştırma mantığının sonucu olan yöntemleri ve yaklaşımları akla getirmektedir. Bu noktada post-modern düşünce, profesyonel bilim insanının yetkesini gittikçe artan ölçülerde sorgulamaya girişirken, tarihsel çalışmanın profesyonelleşmenin gittikçe yoğunlaşan baskısını hissediyor olması çok şaşırtıcı görünmektedir.
Yazar, kitabında tarihsel araştırmaların 19.yüzyılda profesyonelleşmesini konu edinmiştir. Tarihyazımı ise bu tarihten daha öncelere götürülebilmektedir. Yazar’a göre bütün kültürlerden insanoğlu, geçmişi ile ilgilenmiştir. Bunu yaparken kullanılan yöntemler birbirinden farklılık arz etmiştir. Fakat yazılı tarih hem Batı dünyasında (İslam dünyası dâhil) hem de doğu dünyasında oldukça önemli bir rol oynamıştır. Ama yazılı olmayan tarih unsurları da (anıtlar, simgeler, halk gelenekleri) göz ardı edilmemiştir. Tarihe, efsaneden ayırt edilmeye ve geçmişteki olayların gerçekçi bir betimlemesi yapılsa bile, doğa bilimlerine benzer bir bilim statüsü verme iddiası ortaya çıkmamıştır. Bu ancak 19.yüzyıla kadar devam etmiş, 19. yüzyılda tarih kendisini, profesyonel olarak eğitilmiş tarihçiler tarafından icra edilen bir “bilim” olarak gören profesyonelleşmiş bir disipline dönüşmüştür.
Kitapta, modern tarih disiplinine göndermelerde bulunulmuştur. Bu anlamda Iggers’a göre modern tarih biliminin doğuşu, tarihin üniversitelerde öğretilen ve yapılan profesyonel bir disiplin olarak kurumsallaşmasıyla örtüşmektedir. Tarihyazımının yalnızca tarih disiplininin içsel etkenlerini göz önünde bulunduran bir tarihini yazmanın olanaksızlığına değinen Iggers, tarihyazımı tarihini, bilimsel araştırmanın yapıldığı toplumsal ve entelektüel ortamdan ve kurumlardan koparmanın imkânsızlığına vurgu yapmaktadır.

~Kaynak: http://www.yusufsayin.com.tr/