Category: ortadoğu


Mısır’daki 30 yıllık baskı iktidarı 18 günlük gençlik direnişine sonunda boyun eğdi. Kendisini “Mısırın babası” olarak gören 82 yaşındaki Mübarek,”cocuklarından” bu direnişi hiç beklemiyor, koruyucu kanatlarını onların selameti için üzerlerinden çekmeyi asla düşünmüyordu.

Mübarek’in halkına bu aşırı düşkünlüğü, Kahire’den Washington’a bir politik latife konusu olmuştu: Rivayete göre, vakit gelip Mübarek ölüm döşeğine düşünce, yaveri yanına gelir ve sorar “Muhterem Reis, halkınıza bir veda konuşması yapmayacak mısınız?” Mübarek gözlerini açar ve telaşla “Ne oldu? Ne var? Halk nere gidiyor ki?” der.

Mübarek bir yere gitmese de, Mısır halkı onsuz bir yürüyüşe karar verdi. Artık kendi kaderini kendi eline aldı. Mübarek tarihin tozlu sayfalarında kalırken, Mısır şimdi yeni bir geleceğe ilerliyor. Bir çok siyasi otoriteye göre, Mısır’ın demokrasi ve refah yolculuğu çok önceleri başlayabilirdi. 1980’lerdeki küresel demokratikleşme rüzgârlarından Mısır’ı alıkoyan engel “diplomatik petroldür”. İlkönce, soğuk savaş döneminde Moskova ve Washington’un Mısır’ı kazanmak için dış yardım yarışları, petrol zengini körfez ülkelerinin ve Mısır’lı gurbetçilerin yatırımları ve nihayet 1980-90’larda Mısır’ın kendi doğal gaz ve petrolünü keşfi halkın direnişini geciktirdi. Mısır petrol ve doğal gaz bulduğunda, halk yerden nimet fışkırdığını zannetmişti, lakin bu zenginlik bir türlü nimet olup üzerlerine yağmadı. Aksine, yerden fışkıran kara fosil, zamanla Mısır halkının kara bahtı oldu… Bir çok bilimsel araştırmaya göre, ülkeler zenginleştikçe, yönetimler demokratiklesmektedir. Ancak bu sürecin bir istisnası var. Eğer milli zenginlik çoğunlukla petrol, doğal gaz, elmas, altın, bakır gibi doğal kaynaklara dayalıysa, o ülkede demokratikleşme sürecinin yavaşladığı veya tamamen durduğu belirlenmiştir. Son yapılan çalışmalar, kaynak zengini ülkelerin (kaynak fakiri ülkelere göre) sadece daha anti-demokratik değil, ekonomik gelişme olarak daha geri ve sivil çatışmalara daha açık olduğunu bulmuştur. Zengin ülke, fakir ve bastırılmış halk tezatına politik ekonomide “bolluk paradoksu”, “kaynak laneti” veya “Hollanda illeti” denmektedir. Bolluk paradoksu, ekseriyetle, petrole hukuk ve demokrasisini yerleştirdikten sona ulaşan Norveç, Danimarka, İngiltere ve ABD gibi gelişmiş ülkelerden ziyade, henüz bu süreci tamamlamadan ulaşan ülkelerde görülmektedir. 1965-98 arası petrol zengini OPEC ülkelerinin kişi başına geliri ortalama %1.3 gerilerken, fakir ülkelerinkinin %2.2 artması bilimsel bir bulmaca haline getirmiştir. Bazı yeni çalışmalar, petrol fiyatları ile demokratikleşme arasında ters bir orantı bulmuştur. Stanford Üniversitesi öğretim üyesi Lary Diamond’a göre, ihracat gelirlerinin kahir ekseriyetini petrol ve doğal gazdan kazanan 23 ülkenin hiç birisi demokrasi değildir. Freedom House’a göre, petrol fiyatlarının tavan yaptığı 2007 yılı, Soğuk Savaştan bu yana dünyada özgürlüklerin gerilediği en kötü yıl olmuştur. Ham petrolün fiyatı artıkça, petrol zengini ülkelerde, konuşma hürriyetinin, basın özgürlüğünün, serbest ve adil seçimlerin, örgütlenme özgürlüğünün, hükümet şeffaflığının, yargı bağımsızlığının, kanun düzeninin, bağımsız parti ve STK oluşturmanın yara aldığı görülmüştür. Aksine, petrol fiyatları düştükçe, özgürlük göstergelerinin önemli ölçüde düzeldiği gözlemlenmiştir.

Bugün Ortadoğu’da demokrasiye en yakın ülke bir damla petrolü olmayan Lübnan’dır. Yine, Körfez Ülkeleri arasında, ilk defa serbest ve adil seçimler düzenleyen, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ülke, petrolü en erken biteceği tespit edilen Bahreyn’dir. Bahreyn ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltmak ve halkın iş verimliliğini artırmak için dışardan uzmanlar tutmuş, eğitim sistemini yenilemiş, meslek okulları açmış, öğretmenlerini yeniden yapılandırmış, hantal KİT’lerini elden çıkarmış, dışardan teknoloji ve üretim yatırımlarını özendirmiştir. Ancak, 1998’de Bahreyn ilk yolsuzluk tartışmalarını ve yasal reformlarını başlatırken petrolün varil başına fiyatı sadece $15 dolardır. 2007’de petrol fiyatları $150 doları görünce, reformlar hız kesmeye başlamış, ülke yönetimi sloganını “milli zaruretten”, “milli emele” dönüştürmüştür. Nijerya petrolden son 30 yılda çeyrek trilyon doların üzerinde para kazanmıştır. Bütün bu zenginliğe rağmen, Nijerya’nın kişi başına milli geliri aynı süre içinde %15 azalmış, aşırı fakirlik içerisinde yaşayan insanlarının sayısı 19 milyondan 84 milyona yükselmiştir. Benzer şekilde, Latin Amerika’nın en petrol zengini ülkesi Venezuella’da halkın üçte ikisi fakirlik içinde yüzmektedir. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine ve ihracatına sahip ülkesi Sudi Arabistan’dır. Bütçe gelirlerinin %90’dan fazlasını ve ihracat gelirlerinin yaklaşık %75’ini petrol oluşturur. Ancak, bu ülkede zenginlik adil paylaşılmamaktadır. Sudi Arabistan’da, 1980-2000 yılları arasında gelir dağılımı kötüleşmiş, halkın ortalama geliri neredeyse yarı yarıya düşmüştür. Bir zamanların iki süper devletinden biri olan Rusya, bilimde ve teknikteki başarılarını unutmuş, milli gelirinin %70’inden fazlasını kuyularından çıkardığı madenlerle kazanan bir miras yedi olmuştur. Tabi kaynak zenginliği, tabi ki paylaşım kavgalarını da beraberinde getirmektedir. Kanın köpek balıklarını çektiği gibi, tabi zenginlikler de haramilerin iştahını kabartmakta ve sivil savaşlara neden olmaktadır. 1990’larda Sierra Lione’de “kan elmasları” üzerine çıkan çatışmalarda 75 bin kişi olmuş, 20 bin kişi kötürüm kalmış, 2 milyon insan yerinden yurdunda olmuş, on binlerce çocuk psikolojik travma görmüştür.

Anlaşılan, petrol ve diğer madenler sahiplerine pek saadet getirmiyor. Kaynak zengini ülkelerin eşrafından yükselen bazı tespitler bu tezleri doğrular gibi: “Şayet petrolümüz olmasaydı, Japonya gibi bir ülke olabilirdik” [İran’lı Bir Gazeteci]. “Basta kendimizi suçlamalıyız. içinde bulunduğumuz bu sefalet ağzımızda altın kaşıkla doğmamızın bir lanetidir” [Kenneth Kaunda, Zambiya Devlet Başkanı]. “Nijerya’nın petrolü olmasaydı, politik denklem bambaşka olurdu. O zaman petrolden kolay para gelmez, ekonomimizin çeşitlenmesi, özel teşebbüs ve halkımızın yaratıcılığı önem kazanırdı [Clement Nwanko, Nijerya İnsan Hakları Enstitüsü]. “Petrol şeytanın pisliğidir. Bundan 10 yıl, belki de 20 yıl sonra, göreceksiniz, petrol bizi mahvedecek” [Juan Pablo Pérez Alfonzo, OPEC’in Kurucusu, Venezuella’lı Politikacı]. “Keşke (petrol yerine) suyu keşfetseydik” [Şeyh Ahmed Yamani, Sudi Arabistan Petrol Bakanı].

Peki kaynak zengini ülkelerin ekonomik gelişmeleri neden yavaş? Bir kere zenginlik yerden fışkırdığı ve kolay kazanıldığı için kolay çarçur edilebililiyor. OPEC ülkelerinin gelirlerinin salt petrole dayanması, bu ekonomileri sığlaştırmakta, fiyat dalgalanmalarına maruz bırakmakta ve mali yönetimlerini güçleştirmektedir. Ayrıca, hukukun üstünlüğünün henüz yerleşmediği ve bölgesel ve etnik farklılıkların derin olduğu bu ülkelerde tabi kaynakların bölüşümü pek tabi “yorgan kavgası” çıkarmakta, güçlü olanın kaynakları gaspetmesine yol açmaktadır. Şiddetli “yorgan kavgaları” zamanla sosyal ve ekonomik dokuyu zedelemekte, milli servetin kavga gürültü arasında buharlaşmasına neden olmaktadır. FT’ye göre, devrik Mubarek’in batı bankalarında 70 milyar dolar serveti vardır. Yakınlarda BAE adlı İngiliz silah firmasının 80 milyar dolarlık savaş uçağı siparişi esnasında Sudi yetkiliere ödediği rüşvet tam 2 milyar dolardır. Ayrıca, bu ülkelerin doğal zenginlikleri, dış müdahaleleri artırarak iç çatışmaları derinlestirmektedir. Dahası, kaynak zengini ülkeler “Hollanda illeti” adında bir rahatsızlığa maruzdur. Hollanda 1960’li yıllarda Kuzey Denizinde zengin petrol ve doğal gaz yatakları bulunca, tabi kaynak patlaması ve iharacati birden bire bu ülkeye döviz akıntısına sebep olur. Bunun sonucu Hollanda’nın parası gülden aşırı değerlenir. Güçlü gülden, Hollanda’nın sanayi mallarını yabancılara pahalı, yabancıların sanayi mallarını Hollanda’lılara ucuz hale getirir. İhracat dip, ithalat tavan yapar. Ayrıca, sanayiden petrol endüstrisine büyük yetenek ve sermaye kayışı başlar. Çok geçmeden, Hollanda’nın sanayisi çökmeye ve ekonomisi küçülmeye başlar. Petrol Hollanda’nın illeti olmuştur. Kaynak zengini ülkelerin bir diğer sorunu da, yüksek fiyatlara güvenip aşırı borçlanmaları, sonra da sıkıntı cekmeleridir. Hollanda illetine ve fiyat dalgalanmalarına karşı bir önlem, bu ülkelerin “istikrar fonları” oluşturmaları, iyi günlerde tasarruf edip kötü günlerde harcamalarıdır. Ayrıca, bir diğer çare, bütçe giderlerini ülke içi gelirlerle karşılamak, doğal kaynak gelirlerleriyle de dış yatırım yapmaktır.

Peki petrol zengini ülkeler neden anti-demokratiktir? Prof. Michael Ross bu konuyu araştırdığında, petrolün gerçekten demokrasiyi engellediğini, ancak bunun Ortadoğu ülkelerine has olmadığını, diğer kaynak zengini ülkelerin de aynı sorunlara muhatap olduğunu bulmuştur. Ross’a göre kaynak-demokrasi zıtlığının nedenlerinden birisi petrol zengini ülkelerin genellikle vatandaş ve şirketlerinden ya hiç ya da çok düşük vergi almalarıdır. Tarihte Amerikalıların İngilizlere “temsil hakkı yoksa, vergi de yok” diye isyan ettiği düşünülürse, halkından vergi almayan petrol zengini ülkeler halklarına “vergi yok, temsil de yok” demektedir. Devletine vergi vermeyen halk, hesap soramamakta; gelirlerini vergilerden değil de petrolden kazanan devlet de, halkın isteklerine kayıtsız kalmaktadır. Dahası, yüksek petrol gelirleri arpalık olup, taraftarları beslemekte, muhalifleri susturmakta ve demokratik baskıları dizginlemektedir. Ayrıca, zengin kaynaklar, devletin tüm sivil gurupları kontrol etmesine yaramakta, rejim karşıtı sivil örgütlenmelerin oluşmasını zorlaştırmaktadır. Bir diğer etken de, petrol kaynaklarıyla yönetimlerin büyük bir polis, istihbarat ve ordu teşkilatı kurarak muhaliflerine göz açtırmamaladır. Son olarak, petrol zenginliğinin, şehirleşme, uzmanlaşma ve yüksek eğitim baskılarını ülkenin üzerinden kaldırması ve rehavete neden olmasıdır.

Bolluk paradoksu, sanki, Tunus’tan, Mısır’a sıçrayan halk devrimlerinin bir sonraki adresinin kaynakları nispeten kıt Yemen, Ürdün ve Suriye gibi ülkelerin olabileceğine delalet etmektedir. Bu paradoks ayrıca bana ülkemizde yıllardır seslendirilen “Türkiye’nin yer altının zengin madenlerle kaynadığı ama dış güçlerin bunların çıkarılmasını engellediği” veya “petrolümüz veya altınımız olsaydı, şimdi refah içinde yüzüyorduk” iddialarını hatırlatıyor. Belki de Türkiye olarak en büyük şansımız, yerin altından “piyango” çıkmaması ve alın ve beyin teriyle hayatımızı kazanmayı öğrenmemizdir. Yoksa, kaynak fakiri Türkiye, bugün neden dünyaca komşularına örnek göstersin? Artık maden devrinde değil, bilgi cağında yasıyoruz. Churchill’in 1943’deki “gelecegin imparatorlukları, beyin imparatorlukları olacak” kehaneti paradoksu çözüyor. Bugün beyin ürünleri dünyanın tepe firmalarının %70 değerine ulaşmıştır. Bir delikanlının kurduğu 500 milyon müşterili Facebook’a paha biçilemiyor. Yüze yakın ülkeden daha zengin Microsoft’un kurucusu Bill Gates bir petrol şeyhi değil, bir beyin işçisidir. Anlaşılan, bu çağda, bir ülkenin en büyük serveti yer altındaki taşları değil, yer üstündeki başlarıdır!

* Kaynak: http://www.haksozhaber.net/mobi/ortadogunun-bolluk-paradoksu-20102yy.htm

Doğru ile yanlışı ayırt etmek, Ortadoğu’dan uzun yıllar boyunca ayrı tutulmuş Türk halkına düşmektedir. Unutulmamalıdır ki yarım doktor candan, yarım ‘Ortadoğu uzmanı’ ise izandan eder.

Bu sorunun uzun ve meşakkatli bir yola işaret eden bir cevabı vardır. Sadece güçlü bir kişisel motivasyon ile tamamlanabilecek akademik çalışma, dil eğitimi ve arazi deneyimi üçlemesinden müteşekkil uzun bir yolu içermektedir. Akademik çalışma, tarihle birlikte dünyanın merkezinde yer almaya başlamış bir coğrafya olan Ortadoğu’nun (Kuzey Afrika dahil), geçmişten günümüze kadar geçirdiği evrelere, bu evrelerde oluşmuş siyasi, ekonomik ve sosyal kalıplara ve bu kalıpların bölgenin sınırını nereye çizdiğinize bağlı olarak değişebilecek olan 20 ülkede ne ölçüde benzer ve ne ölçüde farklı karşılık bulduğuna dair geniş açılı bir resim verecektir.

Antropolojiden teolojiye, sosyolojiden siyaset bilimine, coğrafyadan dilbilime kadar uzanan geniş bir disiplinler arası çalışma, Ortadoğu’nun farklı zaviyelerden okunabilmesine, bir boyutla sınırlandırılmamasına ve dolayısıyla güncel analizlerin isabetinin güçlendirilmesine sebep olacaktır. Örneğin, İbn Batuta’nın “Rıhle”si veya Tudelalı Binyamin’in “Sefer Ha-Masaot”u ile seyahat etmeden, İbn Haldun’un “Mukaddime”si hatmedilmeden, İbn İshak’ın Siret’i okunmadan, Kuran iklimine girilmeden ve hadisler deryasına dalınmadan, Yahudi ve Hıristiyan dini kaynaklara başvurulmadan yapılacak Ortadoğu analizlerinin bir tarafı her zaman eksik kalacaktır. İslam tarihini, Osmanlı’yı, sömürge ve manda dönemini, bağımsızlık mücadelelerini, milli ideolojileri vs. anlamadan modern Ortadoğu’nun anlaşılması da mümkün olmayacaktır. Sadece teoloji eğitimi analizleri havada bırakacaktır, sadece uluslararası ilişkiler, sosyoloji, coğrafya vs. eğitiminin olduğu gibi.

Önce selamun aleykum adabı…

Bu çalışma tabii ki Ortadoğu’yu farklı perspektiflerden okuma ve değerlendirme çabasını da içermektedir. Ortadoğu ve İslam tarihinin klasik yerli eserleriyle birlikte Ernest Renan ve Ignaz Goldziher’den,

H. A. R. Gibb’e, Marshall Hodgson ve Montgomery Watt’dan Bernard Lewis ve ötesine uzanan oryantalist literatüre de hakim olmayı gerektirir. Yerli arka planı olmayan bir Ortadoğu okuması nasıl mümkün değilse, amacı ne olursa olsun farklı perspektif yoksunu bir okuma da tatmin edici olmayacaktır.

Ortadoğu’yu tanıma çabasının ikinci sacayağı, bölgenin dilleriyle temasa geçilmesidir. Arapça, Farsça, Kürtçe ve İbranice gibi bölge dilleri sizlere bölge insanının zihinlerine yolculuk imkanı sunacaktır. İnsanların zihin yapılarından günlük alışkanlıklarına, çevre okumalarından kutsal ile olan ilişkilerine kadar birçok düşünsel düzlemin yansıtıldığı dil, uzman adayına eşsiz bir erişim imkanı sağlayacaktır.

Misal, en basitinden Şahname’den onlarca beyit okuyan İranlı anaokulu çocuğu garipsenmeyecek,

“Selamun aleykum” hitabına irticai yafta vurulmayacak, hiç olmazsa İhvan-ı Müslimin’e ehven-i şer denmeyecek veya İbranice konuşan bir Iraklı Yahudi,

Arap zannedilmeyecek. Güncele ilişkin en büyük getirisi de yabancı ajanslara mahkumiyet olmayacak, İran Farsça basından, Arap dünyası Arapça basından veya İsrail İbranice basından takip edilebilecektir. Aksini yapanların çabaları samimi de olsa tek kanatla uçmaya benzemektedir. Nasıl ki Türkiye’yi New York Times’tan anlamak mümkün değilse, Ortadoğu’yu da sadece New York Times veya diğer yabancı kaynaklardan okuyarak anlamam mümkün değildir.

Üçüncü ve hayati sacayağı ise, ayağın hakkında konuştuğun topraklara basmasıdır. Ortadoğu veya herhangi bir bölge uzmanlığı masa başı yoruma müsaade etmemektedir. İsrail’de Yahudi yerleşimci tacizine maruz kalmadan, Mescid-i Aksa’da namaz kılmadan veya Kıyamet Kilisesi ya da Ağlama Duvarı’na dokunmadan, İran’da insanların söyledikleri bazı şeyleri aslında sadece gelenek (taruf) icabı söylediklerini öğrenmeden, Katar’da bir alışveriş merkezinde telefon numarası verme (tarkim) olayına şahit olmadan, Fas’ta “bu insanlar ne biçim Arapça konuşuyor” sorusunu sormadan, Cezayir’de “şehitlik” vurgusunu duymadan, Lübnan’da iç savaştan kalma mahalle sınırlarını görmeden, zengin bir Suudlu’nun sofrasına misafir olmadan veya fakir bir Ürdünlü Bedevi’nin tabununu paylaşmadan, Irak’ta Yeşil Bölge’nin kontrol noktalarından geçmeden ve Suriye’de muhaberatın nefesini ensede hissetmeden konuşmak tabiri caizse hariçten gazel okumaya benzemektedir. Burada amaç turistik bir gezi değil, şahit olma, anlama ve derinleşme çabasıdır.

Bu sorunun ise kısa ve net bir cevabı vardır:

Kestirme yollardan Ortadoğu uzmanı olunmaz. Ortadoğu uzmanlığının “kutsal üçlüsü”nü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sadece akademik çalışma yapmak, akademisyene bilgilerini ve matbu birikimini gerçeklikle test etme imkanı vermeyeceğinden havada kalacaktır. Güncelle irtibat yokluğu, dil özrü ve gerçeklikle temas sıkıntısı, örneğin, Suriye devrimi ile Irak Savaşı’nın bir tutulmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan sadece dil bilmek, seviyenin iyi olması durumunda tercüme faaliyetlerinde işe yarayabilecekken yine de müstakil olarak analiz üretmeye yetmeyecektir. Arap dünyasında her Arapça bilenin Ortadoğu uzmanı olmadığı gibi, Türkiye’de de Arapça bilen her kişi

Ortadoğu uzmanı değildir. Sadece bölgede bulunmanın da analiz üretmede kendi başına bir yeterliliği yoktur. Akademik çalışma ve dil noksanlığı maalesef arazide kategoriler üretme, önyargıları besleme ve içi boş bir şahitlik sanrısına sebep olabilmektedir. Örneğin, senelerce İsrail’de kalıp bir kelime bile İbranice öğrenmeyenler olduğu gibi, senelerce Mısır’da kalıp bir kere olsun bir Selefi ile anlamlı bir diyaloğa girmemiş olanlar da mevcuttur. Ortadoğu okumasını belli bir süre yaşadığı bölge ülkesinde irtibatlı olduğu ve arkadaşlık kurduğu dünya görüşüne mensup kişiler üzerinden yapmak da maalesef mümkündür.

Tabi Türkiye’nin duçar olduğu ve bu durumların en sağlıksızı bütün bu sacayaklarından mahrum, kerameti kendilerinden menkul olan “uzmanların” umarsızca “Ortadoğu uzmanı” otoritesiyle ahkam kesmesidir. Örneğin beyin cerrahisi uzmanı olmak için izlenecek prosedür yazılı ve açıktır. Fakat Ortadoğu uzmanı olmak içinse kimi zaman birkaç günlük bir bölge ziyaretinin, kimi zaman Wikipedia’nın, kimi zaman Reuters’ın, kimi zaman gazetede bir köşenin, kimi zaman televizyonda bir programın, kimi zaman Twitter’da bir hesabın kimi zamansa akademik bir sıfatın yetmesi, içler acısı halimizi ortaya sermektedir.

‘Muhalefet et ki bilinesin!’

Şunu da açıkça ifade etmeliyiz: Ortadoğu uzmanı sıfatı Türkiye’de sadece daha iyi bir kelimenin olmaması sebebiyle kullanılmalıdır. Çünkü Ortadoğu gibi geniş bir coğrafyanın külliyen uzmanı olmak insan istidadını zorlar. 20 tane ülke barındıran, onlarca farklı dil ve dialektin konuşulduğu, onlarca farklı etnik grubun ve dinin yaşadığı, ülkeler arası önemli siyasal, ekonomik, coğrafi ve sosyal farklılıklar barındıran bir coğrafyanın tümüne hakkıyla hakim olmak mümkün değildir. Örneğin, Filistin’i bilmek peşinen İsrail’i bilmek demek değildir. Libya’yı iyi tanımak Suriye konusunda teçhizatlı olmak manasına gelmemektedir.

Bırakın tüm Ortadoğu’nun uzmanı olmayı, aynı zamanda, Ortadoğu ile birlikte Rusya, ABD, Balkan, AB, Kafkaslar vs. “uzmanı” enflasyonuna sahip olduğumuz gerçeği hesaba katıldığında, sadece Ortadoğu uzmanı sıfatıyla yetinenleri bir an için mazur görebilmekteyiz. Gündeme göre gardıroptan uzman şapkası çıkarma ve kimi zaman tribüne oynayan kimi zaman da meşhur Arap deyişi  ile “halif turaf” (Muhalefet et ki bilinesin) “aykırı” analizlerde bulunmak artık Türk “uzmanının” medyayla imtihanına dönüşmüştür. Arap Baharı ile spot ışıklarının Ortadoğu konuşanlar üzerine çevrilmesi ve özellikle Suriye krizi ile birlikte Ortadoğu’daki gelişmelerin iç politika malzemesi haline dönüşmesiyle birlikte, bir zamanlar AB uzmanlarının, renkli devrimlerde ve Gürcistan krizinde Rusya ve Kafkas uzmanlarının, her terör saldırısından sonra terör uzmanlarının yaşadığı “15 dakikalık şöhrete” (15 minutes of fame) “Ortadoğu uzmanları” da kavuştu. Bu noktada “Ortadoğu uzmanlığının” en büyük albenisinin Ortadoğu’da krizlerin, çatışmaların ve savaşların insanlık tarihiyle yaşıt olduğu gerçeği ve kıyamete kadar devam edeceği öngörüsü olduğunu da not etmek gerekiyor. Bir diğer ifadeyle Türk halkının “Ortadoğu uzmanlarıyla” birlikte yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.

Bu şartlar altında “bilenle bilmeyeni” ayırt etmek, Ortadoğu’dan uzun yıllar boyunca ayrı tutulmuş Türk halkına düşmektedir. Unutulmamalıdır ki yarım doktor candan, yarım Ortadoğu uzmanı ise izandan (anlayış) eder.

~Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/nasil-ortadogu-uzmani-olunur/haber-689234