Archive for Ocak, 2014


 

George Orwell – 1984 Özet

 

https://i0.wp.com/www.edebiyatsahili.com/wp-content/uploads/2012/02/bcvxcbay2.jpg

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell tarafından kaleme alınmış alegorik bir politik romandır. Hikayesi distopik bir dünyada geçer. Distopya romanlarının ünlülerindendir. Özellikle kitapta tanımlanan Big Brother (Büyük Birader) kavramı günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Aynı zamanda kitapta geçen düsünce polisi gibi kavramları da George Orwell günümüze kazandırmıştır.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Kitap Tanıtımı

“Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan George Orwell, 47 yıllık yaşamına iki başyapıt sığdırmıştır; Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. 1945 yılında yayımlanan Hayvan Çiftliği’nde, bir grup hayvanın kendilerini sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum kurmaya çalışmasının öyküsü anlatılır. Bir siyasal yergi başyapıtı sayılan Hayvan Çiftliği’m 1949′da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı roman izledi. Onvell’in bu son kitabı, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı yürekten bir uyarı niteliğindeydi. Dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olduğu düşsel bir gelecekte geçen roman, hem o dönemde hem de sonraki yıllarda çok sayıda okuru derinden etkileyecek, güncelliğini hiç yitirmeyecekti.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Kitap Özeti

“1984…” Bu şekliyle söylendiğinde ilk bakışta sadece bir tarihten ibaretmiş gibi duruyor. Ancak, George Orwell’ in başyapıtı olan bu kitabı okuduktan sonra, aklınıza gelen şeylere inanmakta zorluk çekiyorsunuz. En başta bu kitabı okuduktan sonra insanın aklından ister istemez: “eğer böyle bir durum başımıza gelmiş olsaydı ne yapardık?” diye bir soru geçmiyor değil. Buharlaştırılmak, Büyük Birader, Düşünce Polisi gibi kitabın belli başlı yapıtaşları ya da başka bir deyişle eserin belki de bel kemiğini oluşturan bu kavramlar, kitapta ki şekliyle insanı dehşete düşürüyor. Kitap, kusursuzca işleyen ancak, baştan sona kusur ve yanlışlarla dolu olan bir yönetim anlayışının içinde Winston Smith’in etrafında ki olaylara ve onun yaşadıklarını merkeze alarak, yukarıda bahsi geçen sistemi en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır. Burada anlatılan sistem belki çoğumuza tanıdık gelen bir isimle adlandırılabilir. Otoriter ancak içinde sosyalist düzeni de andıran bir yapısı olan bu sistem, George Orwell’in kaleminde bambaşka bir anlam kazanmaktadır. Kitapla ilgili bu genel bilgileri verdikten sonra, kitapta anlatılmak istenenler ve verilmek istenen mesaj; günümüz hükümetinin siyasi görüşü çerçevesinde, medya, toplum yapısı, amaçlanan ve oluşturulmak istenen toplumsal yapının ne olduğu konusunda görüşler “1984″ adlı yapıtın ışığında açıklanmaya çalışılacaktır.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Romanında Büyük Birader… Her şey üzerinde kesin hakimiyeti ve iradesi bulunan, diktatörlüğün belki de ortaya çıkmış en akıllıca şekli. Kullandığı yöntemlerle, çok katı bir otoriter düzen kuran, tek liderdir. Kurduğu parti aracılığı ile insanları istediği şekle sokarak yönetmeyi amaçlamış katı bir düzen kurmuştur. Tarih bunun gibi nice krallar, sultanlar ya da padişahlar ile doludur, kurdukları devlet düzeni içinde yaşayan insanların, sorun çıkarmadan yaşamaları için bu yöneticiler, kendi çıkarlarına yönelik bir takım kurallar koymuşlardır. Koyulan bu kurallar ya da yasalar kimi zaman dine, kimi zaman mantığa ve bilime göre hazırlanmış, kimi zamanda tamamen toplumun ihtiyacını karşılayacak şekillerde tasarlanmıştır. Her ne açıdan bakarsanız bakın, bu kurallar katıdır ve uyulması gerekir, temelinde ne olursa olsun, hepsi de tek bir iradenin ya da bu iradeye bağlı bireylerin düşüncesi ile oluşmuş ve tamamen toplumu istenilen şekle sokmak amacıyla oluşturulmuşlardır.

Bu amaçlara bakıldığında en göze çarpanı elbette ki toplumu “kayıtsız, şartsız boyun eğmesi” amacına göre düzenlemektir. Buradan şu sonuçta çıkarılabilir: günümüz yasaları da bunu istemektedir, ancak bu gün bu anlayış şekil değiştirmiş ve yerini; bilgili fakat yine de boyun eğmeye devam eden bir zihniyet yaratma amacına bırakmıştır. Ancak bu konuya tümüyle bu açıdan bakmak yanlıştır, ama “yönetmek” denilen olgunun temelinde yatan nihai gerçek budur: yani, insanlara belirli kalıplar verilerek, istenilen şekillere sokmak, başka bir deyişle boyun eğdirmenin yollarını bulmaktır. Bir taraf kuralları koyar, diğer taraf ise bu kurallara uyar, yönetimler değişse de anlayış değişmez. Kitapta en göze çarpan ifadelerden biri de bu konuya değinmektedir. Büyük Birader’in, doğumu belli olamasa da, ölümü asla gerçekleşmeyecektir. Devamlılığını ve gücünü “yönetenler değişse de, yönetim anlayışı değişmeyecektir.” Prensibinden almaktadır. Bu açıdan baktığımızda, bu tarz sistemleri ya da bireyleri yok etmek imkansızdır. Tarih içinde yönetici takıma karşı çıkanlar da olmuştur.

Ancak, bu yönetimlere başkaldırmalar, zaman zaman başarılı olabilmişlerdir, tamamı ile değişik bir yönetim anlayışı tümden etkili olamamıştır, çünkü yönetimdekileri devirenler kısa bir süre sonra, gücü ya da iktidarı zamanla yanlış kullanmaya başlamıştır. Alman Nazileri veya Rusya Komünistleri gibi yönetimler ya da insanlar, kitaptaki şekliyle açıklandığı gibi, insanların yaşayabileceği bir cennet yaratmak amacı ile uğraşmışlardır, ancak Büyük Birader anlayışı için önemli olan insanlar değil tamamen iktidardır. Yönetimi altında yaşayanları, kendisi gibi düşünmeye zorlamak ya da bu yönetim anlayışına ayak uydurmaları için uğraşmak yerine bu insanlara düşünme hakkı bile tanınmaz, böylece insanların hiçbir şey için kafa yormaları gerekmemekte çünkü Parti, insanlar için her şeyi düşünmektedir. Parti, günlük yaşam, iş kuralları, yargı sistemi, medyanın yapısı ve en ilginci eşler arasındaki cinselliğe bile karışmaktadır.

Her alanda olduğu gibi Parti, her şeyin üstünde etkili olarak yönetimini pekiştirmektedir. Kurulan bakanlıklar tamamı ile içerdikleri anlamın tam tersi bir amaca hizmet etmektedir. Örneğin, Sevgi Bakanlığı işkence ve zulümlerle, Bolluk Bakanlığı insanları daha çok nasıl sefalete düşürebilir; bunların tespitiyle, Barış Bakanlığı ise savaşlarla ilgilenmektedir. Buna çiftdüşün adı verilmektedir. Çiftdüşün, bir kavram ile ilgili olarak bir şeyin hem yanlış hem doğru olması olabileceği gibi, kavramın sizin içi yararlı bir şeyi ifade etmesi yararlı; sizin için her hangi bir yararı yok ise zararlıdır, olarak tanımlayabiliriz. Çiftdüşün yöntemi sayesinde Parti, her alanda istediği gibi oyunlar oynamaktadır. Kavramları işine geldiği gibi yorumlamakta ve işine geldiği gibi açıklamaktadır. Bu günün yönetim anlayışına baktığımızda benzerlikleri fark etmemek işten bile değildir.

Söz konusu olan günümüz hükümetindekiler, aynı Büyük Birader yönetim anlayışında olduğu gibi muhalefeti ve halkı umursamadan kararlar almakta, kanunları istediği gibi yorumlamaktadır. İşine gelmeyeni, işine geldiği gibi, işine gelecek şekilde düzenle! İşte bu anlayış temelde bulunan çarpıklıkları anlatmaya yeter. Büyük Birader’in insanların cinselliklerine bile karıştığını kitap açıkça belirtmektedir, böyle yapılmasındaki amaç: parti yönetimini benimseyecek olan yeni nesillerin doğmasını sağlamak ve bunu yaparken de zevk duymamaktır. Bu günkü yönetim insanlara üç çocuk yapılmasını telkinde bulunarak, insanların çocuk yapmalarına bile karışmak istemiştir, amaçları farklı olsa bile sonuç olarak her alanda etkin olmak günümüz hükümetince önemli bir meziyet olarak görülmektedir.
Eğitim sistemi ile ilgili söylenecek çok şey olmasına rağmen bu konuyu özlü bir şekilde anlatmak faydalı olacaktır. Kitapta bahsi geçen etkin bir eğitim sistemi benimsenmemiştir. Zaten eğitim sistemi, kitapta söz konusu olan yönetimi, destekleyecek tarzda olacaktır.

Eğitim proleterler açısından yeniden düzenlenmiştir ve amacı tamamen Büyük Birader hakkında kötü düşünen birinin, anında Düşünce Polisi’ne ihbar edilmesine dayalıdır. Bu amaç doğrultusunda ajanlar okulu kurulmuş ve halk devletin bir ferdi olarak aynı zamanda onun koruyucusu olmaktadır. Devlet bunu şöyle sağlar: ajan okulunda yetiştirilen bireyler, şüphelendikleri kişileri Düşünce Polisi’ne ihbar ederek yakalatırlar böylece devlet, kendine karşı koymak isteyenleri zahmetsizce saptamayı başarır. Bu gün yaşananlara baktığımızda, eğitim sisteminin durumu çok da iç açıcı durmamaktadır. Bizim için eğitimde ki aksaklılar ya da hatalar iktidar için eğitimin ta kendisidir, çünkü mükemmel bir eğitim sistemi demek; bilen ve sorgulayan insan demektir, bu da devletin işine gelmez. Devlet için en ideal insan, en az soru soran ve en az merak eden insandır. Eğitimden atılması gereken çarpıklıklar, iktidar için bu günün eğitiminin vazgeçilmez unsurlarıdır, çünkü eğitimi bu şekli ile soru soran, araştıran bireyler yetiştirmek amacı için kullanmak yerine, kendi sözlerini dinleyecek insanlar yetiştirmek için kullanmak onlar için daha mantıklıdır.

Kitapta değinilen bir başka önemli nokta da şudur: Parti yenikonuş adını verdiği bir dil yaratmak için çalışmalar yapmaktadır. Çünkü bir insanı istediğiniz gibi düşündürmek istiyorsanız, ona istediğiniz dili öğretin, böylece bu kişinin düşünce dünyasına egemen olabilirsiniz. Yapılan araştırmalarda insanların; anadili ile düşündükleri ortaya çıkmıştır, bu da şunu gösterir insanların düşünmesi için anadillerinin olması gerekir, ancak siz bu anadilin üzerinde bir hakimiyet kurarsanız ya da yeni bir dil yaratırsanız bu şekliyle düşüncelere hakim olursunuz. İşte bu nedenle Büyük Birader sistemi, dilde olabildiğince sadeleşme yoluna gitmiştir, böylece insanlara düşünseler bile onların seçtikleri sözcüklerle düşünmeleri sağlanmıştır. Parti, aynı zamanda sevmek ve cinselliği de engelleme yoluna gitmiştir. Peki, böyle bir şeyi engellemekle amaçları ne olabilir? Parti, sevgi ve cinsellik gibi kavramları engelleyerek sadece Büyük Birader sevgi ve anlayışını ön plana çıkarmayı amaçlamıştır. Bir şeyi sevmek demek, onu her yönüyle tümden bir kabullenme demektir. Sevginin engellenmesi ya da sadece Büyük Birader’e yöneltilmesi ile amaçlanan budur. Yani, tümden kabul etmek ve Büyük Biraderi sevmek. Bu sayede Parti ideolojileri insanlara daha kolay kabul ettirilebilir.

Günümüze baktığımızda durum bundan pek farklı değildir, sadece şekil değiştirmiştir o kadar. Her alanda kendi parti simgelerini ve adını ortaya çıkaran hükümet, yaptığı her işte partiyi göstermektedir. Toplumda ki fakir olan kesime yardım yapılacaksa bile bu yine, başbakanlığın bir sorumluluğu olarak değil de sanki partinin bir işiymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylece, parti ve hükümet halka daha sempatik gösterilerek, hükümetin yeri sağlamlaştırılmaya çalışılmaktadır. Her ne kadar dilde bir oynama gibi bir şeye fiilen bir faaliyette bulunmamış olsalar bile, bu hükümetin yakın tarihte gerçekleştirmeyeceği bir şey değildir.
“1984″ medyası tamamen Büyük Birader yanlısı bir tutum içindedir. Bunu da yapılan işlerden anlamak zor değildir. Medya tamamen Parti ideolojilerini yansıtmak için bir araç gibi kullanılmaktadır ve bu yönüyle tam olarak ünlü medya kuramlarından Sovyet-Totaliter Medya kuramına benzemektedir. Medyanın parti amaçlarını eleştirmesi kesinlikle yasaktır, ayrıca medya araçlarının proleterlerin elinde olması da bu benzerliğe sebeptir, ancak “1984″ medyasına baktığımızda yine proleterleri görürüz, ama bir farkla.

“1984″ medyasının sahibi olan proleter grupta partiye bağlıdırlar yani parti üyesidirler, dolayısıyla Parti’nin bir sloganını burada yazmak faydalı olur: “Proleterler ve hayvanlar özgürdürler.” Yani Sovyet-Totaliter Kuramdan farklılıkları da bulunmaktadır, söz konusu medya kuramı olan Sovyet-Totaliter Kuram her alanda proleter kesimi ön plana almaktadır, ancak Büyük Birader ve Parti anlayışı için iktidar önemlidir. Medya, Büyük Birader ve Parti’si sistemi içinde direktifler ile yönlendirilmektedir. Medyanın bir görevi de tarihi değiştirmektir, çünkü Avrasya’nın düşmanları sürekli değişmektedir, buna bağlı olarak düşman değiştiği için geçmişe dair tüm dergi ve gazete sayıları da değiştirilmelidir. Geçmişin değiştirilmesi ile Parti’nin asla yanlış yapmayacağı, tam tersine her zaman Parti’nin söylediklerinin doğru olduğunu insanlara anlatma amacı vardır.

George Orwell – Hayvan Çiftliği Özeti
 
 
Kitabın adı: Hayvan Çiftliği 
Kitabın yazarı: GEORGE ORWELL

1. KİTABIN KONUSU :

Bir çiftlikte yaşayan hayvanların bir gün bir domuz tarafından kışkırtılmasıyla beraber yaşamları pahasına ortaya koydukları özgürlük mücedelesi ve bu hakka sahip olduktan sonra da aralarında ne gibi entriakların döndüğü anlatılmaktadır.

2. KİTABIN ÖZETİ :

Olaylar İngiltere’de bir çiftlikte cereyan eder. Hayvanlar, çiftlik sahibi zalim Bay Jones’un boyunduruğu altında köle gibi yaşamaktadırlar. Yaşlı domuz Koca Reis, buna karşı çıkmak için bir devrim planlar ve hayvanları gizli bir toplantıya çağırır. Toplantıda tüm hayvanlara artık köle gibi yaşamalarının sonunun gelmesi gerektiğinden ve gördüğü bir rüyadan bahseder. Üç gün sonra da öldürülür. Kendisinden geriye konuşma esnasında söylediği İngiltere Hayvanları adlı şiiri kalmıştır. Fakat konuşması da çoktan diğer hayvanlarda ufuklar açmaya başlamıştır.
Sahipleri Bay Jones’un yem saatlerini unttuğu bir günde önceden planlanmış olmamasına karşın aniden ,syaan patlak verir ve bu devrim umduklarından da kısa bir süre iççerisinde tamamlanır. Çiftliğin sahibi Bay Jones çiftlikten uzaklaaştırılır. Artık en zeki olarak tanımlanan domuzlar diğerlerine önderlik yapmaya başlarlar. İlk iş çiftliğin adını değiştirmektir. İsim kolayca bulunur. Bu sahibi sadecde kendileri olan çifttliğin adı bundan sonra “HAYVAN ÇİFTLİĞİ” dir.
Süreç içerisinde iki domuz öne çıkar: Nopolyon ve Snowball. Napolyon iri yarı, iyi konuşamayan ancak otorite sahibi; Snowball ise etkili konuşan, parlak zekaya sahip biridir. İkisi birlikte koca Reis’in fikirlerinden yola çıkarak “animalizm” adında bir öğreti ortaya koyarlar. Ardından da kamçıları, gemleri, burun halkalarını, zincirleri yok ederler ve aynı gün “yedi Emir”i yazıp ahırın kapısına asarlar. Yedi Emir şöyledir:
Bütün bu kuralar tüm hayvanlar tarafından benimsenmiş ve beklenen devrim gerçekleşmiştir. Ancak zamanla Napoleon ve Snowball birbirini çekememeye başlayıp, ikisi de yeni düzenin tek adamı olmak istememektedir. Snowball çiftlikte elektrik üretimi için bir yeldeğirmeni yapılması gerektiğini söylediğinde Napolyon’un köpekleri tarafından çiftlikten sürülür.Ama buna rağmen yeldeğirmeni çalışmalarına başlanır. Burada Napeleon başta savunmadığı bu düşünceyi sonraları ne yapıp edip kendisinin de bunu savunduğu ancak Snowball’u çiftlikten göndermek için böyle söylediğine inandırır. Devrimin amaçlarından da hızla uzaklaşılmaktadır; başlarda vaadedilen çalışma saatlerinin azalacağı yiyeceklerin artacağı yönündeki sözler gitmiş aksine çalışma saatleri artmış, verilen yiyecekler azalmıştır. Bu arada domuzlar da hızla şişmanlamaktadırlar. Hatta yatakta yatmakta, içki içmektedirler. Hayvanların eşitliği ilkesine uymauyan bu davranışlar zamanla duvardan değiştirilerek domuzlar tarafından kendilerine uygun hale getirilir. Örneğin domuzların yatakta yatmaları ve içki içmeleri konusunda “Hiç bir hayvan yatakta yatmayacaktır” ilkesini hatırlayıp hayrete kapılıyorlar. Hep beraber duvarın yanına gidiyorlar, ancak duvarda: “Hiç bir hayvan çarşaflı yatakta yatmayacaktır” yazısını görüyorlar, hepsi, bu ilkeyi yanlış hatırladıklarını düşünüyor, bu ilkenin sonradan değiştirilmiş olduğunu anlayamıyorlar bile. Tüm hayvanların eşitliği ilkesi Koca Reisle birlikte toprağa gömülmüştür kısacası.
Kış aylarında çiflikte kıtlık başgösteriyor. Buğday azalıyor, patatesler soğuktan donuyor ve yenile-meycek hale geliyor. Açlıktan dolayı ölümler baş-gösteriyor. Büyük domuz, bu haberlerin çiftlik dışında yayılmasını önlemek için önlemler alıyor, çifliğe gelen ziyaretçilere, erzak depolarının dolu olduğunu söylüyor ve onlara, üzerini buğday ve yiyecekle örttürdüğü kum yığınlarını erzak diye gösteriyor…
Büyük domuz, aldığı bir kararla, tavukların yumurtalarının çiftlik dışında satılacağını, tavukların kuluçkaya yatmalarını yasakladığını ilan ediyor, buna karşı çıkan tavukları, yetiştirdiği köpeklere öldürtüyor… Bunun üzerine hayvanlar; “hiçbir hayvan diğer bir hayvanı öldürmeyecektir” ilkesini hatırlıyorlar. Hemen bu ilkelerin yazılı bulunduğu duvarın yanına gidiyorlar. Ancak duvarda: “Hiç bir hayvan diğer bir hayvanı bir sebep olmadan öldürmeyecektir” yazıldığını görüyorlar, bu ilkeyi de yanlış ezberlemiş olduklarını düşünüyorlar!.
Büyük domuz, çiftlik içerisindeki hayvanlar arasında: “liderimiz” ,”Hayvanlar babası” , “Koyunlar hâmisi” , “Yavru hayvanların dostu” gibi üstün sıfatlarla anılıyor ve her türlü güzellikler ona atfedilmeye başlanıyor; mesala: genellikle tavuklar, “liderimiz sayesinde altı günde beş yumurta yumurtladım” , havuzdan su içen inekler: “liderimiz sayesinde bu suyun tadı ne kadar güzelmiş” diyorlar…
Birgün çiftliğe dışarıdan saldırılar oluyor… Yabancı hayvanlar çiftliğe giriyor, iki sene gibi uzun bir zaman içerisinde bütün hayvanların büyük gayretleri sonucu yaptıkları ve büyük domuzun adının verildiği Yel Değirmenini yıkıp harap ediyorlar..çiftlikteki bütün hayvanlar yaralanıyor, bazıları ölüyor… Bir müddet sonra bir tüfek sesi duyuluyor. Ağır yaralı bir hayvan yanındaki bir domuza: “Neden tüfek atılıyor” diye soruyor. Domuz: “Zaferimizi kutlamak için”cevabını veriyor. Yaralı hayvan; “Hangi zafer” diye hayret ediyor. Domuz; “Ne demek hangi zafer, düşmanı topraklarımızdan kovmadık mı” diyor. “Ama iki yıl uğraştığımız değirmeni yok ettiler” karşılığını veriyor…Domuz: “Ne önemi var, bir değirmen daha yaparız, istersek daha fazla yaparız, yapmış
olduğumuz muazzam işleri takdir etmiyorsun, şimdi şu bastığın topraklar düşman işgalindeydi, ama liderimiz sayesinde her karışını geri aldık” diyor…Biraz sonra Büyük Domuz, kendisine taktığı
bir kaç madalya ve nişanla çıkıp bütün hayvanları, elde ettikleri zaferden dolayı kutluyor, tebrik ediyor…Hayvanların hepsi büyük zafer kazandıklarına böylece inanmış oluyorlar…
Bir gece çiftlikte bir gürültü oluyor, hayvanlar ahırdan fırlayıp koşuyorlar… çiftlik ilkelerinin yazılı olduğu duvarın dibinde kırılıp parçalanmış bir merdiven görüyorlar, domuzlardan birinin orada sersem sersem dolaştığını, yanında bir fener, bir boya kutusu ve bir de fırça olduğunu farkediyorlar. Hayvanlar duvara baktıklarında, duvardaki ilkelerden birinin daha kendi ezberledikleri gibi olmadığını farkediyorlar!?..
Büyük Domuz, aldığı son kararla; arpaların bundan sonra sadece domuzlara
tahsis edileceğini ve gazdan tasarruf etmek için ahırlardaki fenerlerin kaldırılacağını, hiç bir domuzun çiflikteki işlerle uğraşmayıp, sadece yönetimle ilgileneceğini, domuzlardan başka, hiç
bir hayvanın yönetim işlerine karışamayacağını, domuzların dışındaki bütün hayvanların Ağustos ayında pazar günleri dahi çalışacağını, çalışmayanın yiyeceğinin yarıya ineceğini ilan ediyor.
Hayvanlar, “Bütün hayvanlar eşittir” ilkesini hatırlayıp, “bu nasıl eşitlik” diye kendi kendilerine söylenmeye başlıyorlar. Hemen, ilkelerin yazılı olduğu duvarın yanına gidiyorlar, duvardaki yazıların değiştirilmiş olduğunu, ilk defa, fark ediyorlar, duvardaki bütün yazılar silinmiş, sadece şöyle yazıyor:
“Bütün hayvanlar eşittir FAKAT Bazı hayvanlar ötekilerden daha fazla eşittir.”

3. KİTABIN ANA FİKRİ :
Aklını kullanmayan hiçbir varlık için özgürlüğün değeri yoktur.

4. KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ :

Bay Jones (insan): Çiftliğin sahibi olan bay Jones hakkında hayvanlar arasında bir insan ve aynı zamanda hayvan çiftliğinin eski sahibi olması nedeniyle de pek sevilmeyen birisidir. Hayvanlar onun kendilerini sömürdüğünü düşünmektedirler.

Koca Major (domuz): Saygın ve sözü dinlenen bir hayvandır. Romanın başında yaptığı konuşmasıyla hayvanların ayaklanmasını sağlamıştır. İyi niyetli bir kişiliğe sahiptir. Şişman ve yaşlıdır çok az ömrü kaldığını söyler.

Napeleon (domuz): Koca Major Öldükten sonra bayrağı onun elinden almış Snowball’I da saf dışı etmeyi başarmıştır. Hain ve sinsidir. Diğer hayvanları kandırmayı çok iyi başarır. Kendisini düşünür ve her zaman iktidar için her türlü kötülüğü yapmaya hazırdır. Başka varlıkşların zaaflarından yararlanmayı da çok iyi bilir. Günümüzün, kendisi iyiliği için her türlü kötülüğü yapmaya hazır insanını sembolize eder.

Snowball(domuz): Başlarda Napoleon’un sıkı dostu olan bu domuz şsonraşarı Napeleon’un düşüncelerine ters düşer; çünkü onun kişiliğinde olumlu düşünmek ve sadece kendisini değil yanında sorumlu olduğu tüm varlıkları da düşünür. İyi olan bir düşünceyi asla saklamaz ve iyi niyetlidir. Romanda sonraları çiftlikten kovulur ve çiftlikte bundan sonra gelişen her tüürlü kötü olayda Naapeleon tarafından onun bir parmağı olduğu dedikodusu yayılır.

Boxer(araba beygiri): Çalışkan ve itaatkar bir hayvan olup hep çalışmayı seven ve başka hayvanlarında çalışması için kna etme yoluna gideer. Onun için iyiliğinde kötülüğün de kaynağı çalışmaktır. Nitekim iyi niyetlidir ve bu onun sonunun bir kasapta bitmesine neden olur.

Benjamin(Eşek): Asık suratlı ve yaşlı olan bu eşek her şeye olumsuz bir gözle bakar onun için iyi veya kötü diye bir şey yoktur. Her zaman her şey olumsuz ve yararsızdır.

Kitapta bu kahramanların dışında Napeleon’un özzel olarak yetiştirdiği ve sonradan özel güç olarak kullandığı 9 tane köpek bunların yanında Jessie ve Pincer adında iki tane daha bu 9 köpeğin ailesi, sonraları bay Jones ile kaçacak olan Moses –ki bu karga diğer hayvanlar tarafından dedikoducu olduğu için hiç sevilmemektedir- vardır.

Kitaptan Alıntılar ve İnceleme İçin Tıklayın..

Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu Kitap Özeti

 

 

Kitap Bilgileri

Max Weber,’Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’, Çev: Zeynep Gürata, Ayraç Yayınları,

Max Weber çalışmasının önsüzünde şu soruyu soruyor: ‘‘Batıya özgü ve yalnız orada ortaya çıkmış kültür olgularının, yine de evrensel anlam ve geçerliliğe sahip bir gelişme çizgisi içinde yer almalarına, ‘koşulların ne tür bir aradalığı’ yol açmıştır ?’’ (13)

Deneysel yöntemin eski çağlardaki bazı örnekleri (Babil Geometrisinde olduğunu ancak bu yönteminde, ‘kanıtlama’ niteliğinden yoksun olduğunu belirtiyor) dışında, özünde Rönesans’ın ürünü olduğunu belirtiyor.

Müzik ve Mimaride de, başka medeniyetlerin daha önce ve belki daha kapsamlı bilgiye sahip olmalarının yanı sıra, çağdaş sanat ve mimarinin, ‘klasik ussallaştırılması’ Weber’e göre, yine Rönesans döneminde olmuştur.

Kapitalizm (Yazarın deyimiyle, ‘’çağdaş yaşamamızın kaderini belirleyen güç’ ) için Weber, sınırsız kazanma açlığı ile kapitalizmin aynı şey olmadığını belirtiyor. En fazla parayı kazanma uğraşısının, bütün çağlarda ve ülkelerde (all sorts and conditions of men= her türdeki ve koşuldaki insanlarda) da var olduğunu belirtiyor. Bu anlamda Kapitalizmin eski çağlardaki birçok farklı kültürde de; (Çin, Hindistan, Babil, Mısır, Eski Akdeniz vs) var olduğunu ve bu anlamıyla onun aslında ‘eski bir işveren’ olduğunu belirtiyor.(19)

Çağdaş kapitalizm için Weber; ‘’Fakat Batı, Yeniçağda; dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman gelişmemiş olan, tamamen farklı bir tür kapitalizmi tanıdı: Biçimsel özgür emeğin, ussal kapitalist işletme olarak örgütlenişi…’ (20) ifadelerini kullanıyor. Bu anlamda Weber’e göre; bugünkü kapitalist işletme odaklı sistem, iki önemli gelişim aşaması geçirmiştir:

i.            Ev ile işin birbirinden ayrılması

ii.            Ussal hesapla yöntemleri kullanma (defter tutma gibi) (21)

Weber; farklı medeniyetlerde, farklı kapitalizm türlerinin ve kapitalist girişimlerin olduğunu ancak, bunların hiçbirinde burjuva, burjuvazi ve proleterya kavramlarının gelişmediğini (22), zaten ‘özgür emeğin, bir işletme içinde, ussal örgütlenmesinin olmaması nedeniyle’, bu kavramların ortaya çıkamayacağını belirtiyor.

Bunun yanı sıra, Batı’nın kendine özgü bir, ‘ussallığının’ olduğunu, (24) ve bu ‘ussal yaşam’ tarzının, manevi zorluklarla engellendiği durumlarda, ussal ekonomik yaşam biçiminin ağır bir ‘iç baskı’ ile karşılaşabileceğini belirtiyor.(25)

Bu doğrultuda, bu eserde, çağdaş ekonominin ‘ethos’unun, asketik Protestanlığın ‘ussal ahlakının’, ele alınacağını belirtiyor.(25)

Mezhepler Ve Toplumsal Tabakalaşma

Weber’ e göre; Sermaye sahiplerinin, işverenlerin, kapitalizmin eğitim görmüş yüksek tabakasının özellikleri, Protestanlığın özelliklerini taşır. Ve bunun dışında zengin kentlerin büyük bir çoğunluğunun 16.y.y’da Protestanlığı kabul ettiğini belirtiyor.(30)

Protestan zengin kentlerin, zanaatkârlarının; ‘klasik’ fabrika ortamına geldikten sonra, ‘eski eğitimden vazgeçtiği’ buna karşılık Katolik zanaatkârların kendi eğitimleri, doğrultusunda ‘zanaatkârlarını’ koruyup, sıklıkla geleneklere uygun ‘usta’ olduklarını belirtiyor. (32) Bu tespitte Weber’e ‘ülkenin dini havası ve aile çevresinin yönlendirdiği eğitim ile kazanılan ruhsal özelliklerin, kişinin meslek seçimine ve bu seçiminden sonra meslek kaderini belirlediği’ (33) kazandırıyor.

Yazar ‘Katolikliğin büyük öte dünyalığının’ asketik özelliği yandaşlarına bu dünyanın nimetlerinden yüz çevirmeyi öğretmiş olmalı şeklinde bir açıklama olduğunu ve bu cümle ile Protestanların Katolikleri yapay asketik düşünce şeklinde eleştirmek için kullandıklarını belirtir. Bu eleştirilere karşı Katoliklerin Protestanlara, yaşamın bütün formlarının laikleşmesi ile sonuçlanan bir ‘materyalizm yergisi ile’ cevaplandırdığını belirtiyor.

Eski bir atasözünün ‘ya iyi yiyin, ya da az uyuyun’ dediğini belirten Weber bir yazara atıfta bulunarak ‘Protestanlar çok iyi yerlerken Katoliklerin rahat uyumayı tercih ettiğini’ belirtir. Weber Protestanlığın bu durumunun sebebini onun ‘az çok materyalist’ duruşunda ya da anti asketik yaşam zevkinde aranmamalıdır der. Eski Protestanlığın bu günün en aşırı dindarının bile daha fazla onsuz olmayı istemeyeceği çağdaş yaşamın bütün safhalarına karşı olduğunu ve Protestanlığın temelindeki bu dönüşümün onun saf dini özelliklerinde aranması gerektiğini belirtir. (39)

Kapitalizmin Ruhu

Weber’e göre kapitalist hırs felsefesi sermaye genişletme ideali ile örülen bir yaşam tekniği olmaktan ziyade o özel bir ahlak yasasıdır. Ve bu ahlakın zedelenmesinin üyelerince; yalnızca aptallık olarak değil ödevin ve sorumluluğunda unutulması olarak ele alındığını belirtir. Weber’e göre burada araştırmacıları ilgilendiren nitelik işte bu ‘ethos’tur.(43)

Weber; Kapitalizmin ruhu derken tabii ki çağdaş kapitalizmden bahsettiğini belirtiyor. Çağdaş kapitalizmin ruhunu ‘kazanmak insan yaşamının amacıdır, yok maddi yaşam gereksinimlerini karşılayacak araç değildir’ şeklinde niteliyor. (45-46)

Weber’e göre kapitalist ruh bu günlere kolay gelmemiştir. Sadece bir kesimin değil bütün bir yapının zihinsel kabullenişi gerektiren bu ruhun orta çağda olduğu gibi eski çağda da en aşağı hınç dolu ve onursuz bir tutum olarak görülüp yasak edildiğini bugün bile çağdaş ticarete tabiiyeti az olan gruplar tarafından hoş karşılanmadığını belirtir. (48)

Bu anlamda Weber’e göre kapitalizmin ruhunun ilk mücadele etmesi gereken düşmanı ‘geleneksel olarak kabul edilebilecek her çeşit duygu ve davranıştır’ (50) İlk savaşı işçilere karşıdır. Kapitalizmin baş başa kaldığı geleneksel ya da Weber’in deyimiyle ‘eski kafalı işçi tipine’ karşıdır. Öncelikle parça başı ücret konusunda geleneksel işçi tipi şaşırtmıştır. Dönüm başı 1 Marktan ve günden 2,5 dönüm ekin biçen işçini ücreti 1,25 mark’a çıkarıldığında 3,75 Mark kazanması beklenmişti. Ancak geleneksel işçi 2 dönüm ekin biçip 2,5 Markını almayı tercih etmiştir.  Weber İncil’de geçen ‘o ona yeter’ ifadesine atıfta bulunuyor. (51). Bu bağlamda yazar çağdaş kapitalizmin yapacağı ilk işin işçi ücretlerini azaltmak olduğunu çünkü işçilerin fakir oldukları ve fakir kaldıkları müddetçe verimli çalışabildiklerini belirtiyor. (52)

Kapitalizmin ruhu geleneksel işveren tipi ile de mücadele etmek zorundaydı. Ussallıkla yoğrulan bir üretim sonrası para faize koyulmak yerine tekrar işletmeler için kullanılır hale geldi. İşverenler için ‘eski rahat ve sakin yaşam biçimi’ yerini katı kuruluğa bıraktı, buna katılanlar yükseldi. Çünkü harcamak değil kazanmak istiyorlardı. Eski biçimlerini korumak isteyenler ise tüketimlerini sınırlandırmak zorundaydılar. (59)

Weber’e göre bunu ne ‘vicdansız spekülatörler’  ne de ‘para babaları’ başarabildi. Çünkü işverenliğin geçmişinin gelenekleriyle bu anlayış uyuşmuyordu. Bunun başaranlar ‘katı yaşam okulunda yetişmiş, ölçüp biçen ve aynı zamanda atak her şeyden önce ölçülü ve sözüne güvenilir… kendilerini tamamen işine adamış’ insanlardı.(60)

Weber’in şu ifadeleri bugün de durumun öyle olduğuna ilişkin düşüncelerini aktarır: ‘kapitalist ruh taşıyanlar bugün kiliseye tümüyle karşı olmasalar da kayıtsızdırlar. Cennet ile ilgili can sıkıcı temalar onların neşeli kişilikleri ile uyuşmaz. Din onlara insanı bu dünyadan uzaklaştıran bir araç olarak görülür. Onlara bu durmak bilmeyen koşuşturmaların anlamı ve sahip olduklarıyla neden hiçbir zaman yetinmedikleri sorulursa eğer cevap verebilirlerse şöyle derler:’çocukların ve torunların geleceğini düşünüyoruz…’’(60-61)

Weber’e göre ideal kapitalist işveren tipini ‘burnu büyüklükle’ işi olmaz. O lüksten ve gösterişten kaçınır ve en önemlisi toplunda fark edildiğini görünce rahatsız olur. Weber’e göre araştırmamız gereken ‘işte bu asketik eğilim’dir.(61)

İdeal kapitalist servetinden kendine bir şey sağlamaz ve bu tutum kapitalizm öncesi insanlara anlaşılmaz, gizemli ve bir o kadar da pis ve değersiz gelir. Weber’in deyimiyle ‘çok miktarda para mal yüküyle mezara girmek’ kapitalizm öncesi insanlarca ‘çarpık bir güdünün örneği’ gibi gelir. Weber’e göre bu durum ‘auri sacrafames’ ile yani ‘kazanç için kutsal arzu’ ile açıklanabilir.(62)

Yazar, ‘Meslek’ kavramını, Katolik halkların ‘eski çağ klasikleri’ gibi az bilirlerken, Protestan hakların hepsinde bu kavramın yaygın olduğunu belirtir. Bu durumun; Weber’e göre İncil çevirilerinden, incili çevirirken hissedilen; ‘çevirenin ruhu’ndan kaynaklanır. (67)

Weber’e göre; meslek ahlakının dinler çerçevesinde araştırılması, insanların dünyaya karşı takındıkları tavırların, anlaşılması için önemlidir. Bu doğrultuda Weber asketik Protestanlığın dört tarihi taşıyıcısı olduğunu ifade eder. Bunlar:

i.            Kalvinizm

ii.            Pietizm

iii.            Methodizm

iv.            Baptist Hareketinden doğan tarikatler

‘Methodizm ilk önce, 18. Yy ortalarından İngiliz devlet kilisesi içinde ortaya çıkmıştır. Kurucularının niyeti eski kilisenin içinde asketik ruhun, yeni bir uyanışı olarak, yeni bir Kilise kurmak değildi. Bu sebeple Anglikan Kilisesinden ayrılırlar.’(81).Pietizmde Kalvinizm temelli oluşmuş, özellikle İngiltere ve Holllanda da gelişmiştir.17.yy’ a doğru kısmen dogmatik bir nitelik kazanarak, Lutherçileğe kayacaktır.

Kalvinizmde ise; dini ilgi ‘insanlar yerine’, ‘Tanrıya’ yönelmiştir. Tanrı insanlar için var olmamıştır, insanlar tanrının isteği ile var olmuşlardır.(88) O yalnız ve özgürdür. Bireysel kaderimizin anlamı ve sorgulanması ve araştırılması, ‘hem olanaksız hem de küstahlıktır.’O ‘karanlık gizlerde’ saklıdır.(88) ‘Kötülerin bunu hak etmedikleri için şikayet etmek istemeleri; hayvanların insan olarak doğmadıkları için dertlenmeleri ile aynı şeydir’.(88)

Kalvinizme göre; tek bilinen şey;  ‘insanların bir kısmının kurtulacağı, diğerlerinin belalanmış olarak kalacağı’dır. İnsani hünerin, kaderi değiştirebildiğini düşünmek, özgür iradeye-özgür buyruğun (Tanrısal buyruğun) insani etkilerle değişikliğe uğrayabileceğini iddia etmek olur ki, bu olanaksızdır.(89)

Weber’e göre; bu öğretinin sonucu; ‘tek tek bireylerin takdir edilmeyen bir iç yalnızlığı’ olmuştur.(89)Weber’e göre; ‘kurtuluş için, hakiki kiliseye ait olma zorunluluğu yüzünden onları, Kalvinizmin Tanrısı ile ilişkilerini derin bir yalnızlığa sürüklemiştir.’(91)

Kalvinizmin insanların bir kısmının kurtulacağı, diğerlerinin de, belalanmış olarak kalacağı (decretum horrible = korkunç karar,88) öğretisi Weber’e göre; en nihayetinde ‘inanların içinde er ya da geç ‘Ben seçildim mi?’ sorusunu doğuracak ve bütün diğer ilgileri arka plana itecektir. (94)

Birey kendi ruh durumunu özellikle İncil’e uygun olarak; ‘seçilmiş olanların’ örneğin rahiplerin durumu ile karşılaştırırsa, kendi ‘kutsanmışlık ve seçilmişlik durumunu’ denetleyebilir. Yalnızca seçilmiş olan, yeniden doğuşa ve buna bağlı olarak bütün yaşamın kutsallığı ile Tanrı’nın şanını, artırmaya muktedirdir.’ (98-99) Weber’in buradan çıkardığı sonuç, ‘Kalvinistin kendi kutsallığını, kendi yarattığı’ sonucudur.(99) Weber bu ‘kutsalın yaratım sürecini’ Katoliklikle karşılaştırır:

Fakat bu yaratma, Katoliklikte olduğu gibi, kişilerin başarılı olmaları için değerli şeylerin zamanla birikmesi ile değil, her zaman seçilmiş ya da atılmış seçeneği üzerinde duran düzenli bir özdenetim ile ayakta durur.’

Katoliklikte ise, insanın mutlak bir açık seçik belirlenmiş-seçilmiş değerli bir bütün olmadığını, insanın ahlaki yaşamının doğal olarak çarpışan güdüler tarafından etkilendiği, insan davranışlarında sık sık zıt durumların da olabileceğinin de hesaba katıldığı algısı hakimdir.

Fakat Weber’e göre; ‘kapitalizmin tanrısı, taraftarlarından bireysel iyi işler yapmalarını talep etmezdi, onun istediği iş kutsallığına ulaşmış bir sistemdi. Böylece, sıradan insanın ahlaki eylemi, düzensizlikten ve sistemsizlikten kurtuldu ve bütün bir yaşam biçimini içeren bir metod oldu.’ Ve Weber’e göre; ‘metodistler’in adı; 18.yy da ki püriten düşüncenin büyük kalkınışı ile beraber incelendiğinde, onların bu ismi almalarının rastlantısal olmadığı anlaşılır.(102)

Asketizm, yaygın düşüncenin aksine, amacı uyanık bilinçli, aydınlık bir yaşam sürmek olan bir öğretidir.(104) Ve Weber’e göre; Kalvinizmin buna önemli bir şey ekledi: ‘Dünyevi meslek yaşamı içinde, inancın ispatının gerekliliği’ düşüncesini.(105)

Protestanlıkta ki, ‘seçilmişlik’ ya da ‘kutsanmışlık’, insanlarda Tanrı tarafından verilen bir işaretle –ki bunun ‘bedenin bozukluğu’ ya da insanları dünyadan ayıran etkili kutsanmışlık durumları (azizlik gibi) belirtir ve bunun dışında kalan bireylerin ‘dünyevi asketizm’e yönelerek, kutsanmışlığını ve seçilmişliğini, ‘ispat etmek’ durumundadırlar. Ve bu nokta da, Weber’in çalışmasının temel yapıtaşlarından birini oluşturur.

Bu bağlamda Weber şöyle der : ‘‘Kısaca toparlarsak bizim araştırmalarımız için önemli olan, her zaman, statü olarak insanları bedenin bozukluğundan, dünyadan ayıran, dini kutsanmışlık durumlarıdır ve bu bütün tarikatlarda görülen bir kavramdır. Fakat buna sahip olma, (ilgili tarikatlarda) herhangi bir büyü ayini ya da itiraftan yardım umarak, ya da kişisel iyi işlerle garanti edilemez; ‘doğal insanın’ yaşam biçiminden şüpheye yer vermeyen biçimde farklı olan özel bir biçimdeki eylemler dizisinin ispatıyla garanti edilebilir.’’ (132)

Aslında asketizmin ilk hali dünya ve ona ait çoğu şeyden kaçmak şeklinde karakterize olmuştur. Ama oluşan bu; Dünyevi Asketizm, bu dünyadaki yaşam biçiminin, öte dünya için ussallaştırılmasını öngörür. Ve bu eğilimin asketik tarafı da Weber’e göre; ‘keşişler gibi değil, dünyanın ve onun düzeninin içinde tam ortasında’ yer alarak gerçekleştirilir.

Sonuç olarak; dünyadan yalnızlığa kaçan, (ilk) Hıristiyan Asketizminin yerine yeni bir asketik eğilim gelmiştir. Weber’in deyimiyle Hıristiyan Asketizmi, ‘Manastırın kapısına kilidi vurmuş, adımlarını yaşam pazarına doğru atmıştır.’ (132)

 

Asketizm ve Kapitalist Ruh

Asketizmde; ‘Tanrının şanını artırma’ isteğine, boş zaman ve zevk ile değil sadece çalışma ile hizmet edilir.(35) Zamanı boşa harcama, bütün günahlar içinde ilk ve ilkece en ağır olan günahtır. Zaman sonsuz derecede değerlidir, çünkü kaybedilen her saat, Tanrı’nın şanını artırma hizmetinden alınmış saat ve dakikalar olacaktır.Ve asketizmde, işe karşı herhangi bir isteksizlik, gönülsüzlük de, ‘kutsanmışlık’ ya da ‘seçilmişlik’ durumunun eksikliğidir.(35)

Püritenizmin, ‘Tanrının şanını artırma’ öğretisi, Weber’in belirttiği bir metod haline gelip hayatın tüm süreçlerini kapsamıştır.Öyle ki; yalnız Tanrı’nın şanını artırmak için, Tanrı tarafından istenilen bir araç olarak, ‘üretken ol ve çoğal’ buyruğuna uyularak, cinsel ilişkiye cevaz verilir.(136)

Bu noktada ‘dünyevi asketizmin’ çalışma ahlakı için Weber şunları söyler :

‘‘Fakir olmayı istemek, hasta olmayı istemekle aynı şeydir. İş kutsallığı açısından kınanır ve Tanrı’ının şerefine de zarar verir. Senyörlerin ve bir kısım sonradan görmelerin, ‘asil tembelliği’, asketizm tarafından nefretle karşılanır.’’(140-141)

Dolayısıyla asketizm, tümüyle ve kesin olarak, varlıktan zevk almaya, onun hazzını oluşturan şeylere karşıdır. Ve Weber’e göre; ‘bugün nasıl kapitalist toplum, işçi sınıfını sınıf ahlakına ve otorite düşmanı sendikalara karşı koruyorsa, monarşik feodal toplum da aynı şekilde, ‘zevk peşinde olanları’, doğmakta olan burjuva ahlakına ve otorite düşmanı asketik eğilimlere karşı korumuştur.

Weber buna örnek olarak, ‘I.Karl’ın Pazar günleri ayin dışında, bazı popüler sporlara yasal olarak izin vermesini’ verir. Bu yasaya Püritenler ‘delice’ (Weber’in deyimiyle)  karşı çıkmışlardır. Weber’e göre; bu karşı çıkışlarının asıl sebebi, ‘Sabbat Dinlence’sinin (Tanrının dinlendiği gün Pazar Günü, katı dini görüşlere göre hiçbir iş yapılmaması gereken gün) bozulması değil, azizlerin düzenli yaşam biçiminin, ‘ayartılmasına’ yol açacağı, endişesi idi.(143-144)

Weber’e göre, aslında Püritenizmin, toplumsal ve kültürel ögelere nefretle yaklaştığı da söylenemez.Fakat güzel sanatlara ve yerel, folk kültürüne bakıldığında, Püritenizm; Weber’in deyimiyle, ‘İngiltere’nin mutlu ve huzurlu yaşamına, büyük bir buz parçası gibi çökmüş’tür.(145) Kültürel anlamda; Püritenlerin batıl inanç kokan her şeye, karşı duydukları kızgın nefret, Noel Kutlamaları, Mayıs Ağacı ve kendiliğinden oluşan bütün dini-kültürel etkinlikleri kapsamıştır.(145)

Aynı şekilde, Püritenizm tarafından tiyatro da hoş karşılanmazdı. Onlar a göre; aylak konuşma, aşırıcılık, boş gösteriş, gibi kavramların hepsi, usdışı, amaçsız asketik olmayan, ve bütün bunların üstüne, Tanrı’nın şanına değil de, insanların şanına hizmet eden davranışların işaretidir.

Dolayısıyla yazara göre, Püritenizm’de insan; ‘sadece Tanrı’nın ona bahşettiği, malların mutemedi’dir.(146) Weber bu öğretinin parayla ilişkisini şöyle özetliyor:

‘İncil’in hizmetkârı gibi, o da kendisine emanet edilen her kuruşun hesabını vermek zorundadır. Ve bir kısmını Tanrı’nın şanı için kullanacağı yerde, kendi zevki için kullanması en azından tehlikelidir. Protestanlığın bu ahlaki temellerinin kapitalizmin gelişimindeki anlamı açıktır.’ (147)

Sonuç olarak, Püritenizm, Feodal duygular açısından son derece doğal olan; putlaştırma ve lüks tüketime karşı çıkarken, temelde gösterişsiz sade, yalın bir hayat sürmeyi, kazancın en iyi şekilde yeniden çalışmaya ve kazanmaya ayrılmasını öğütler.

Ayrıca Püritenizm, (belki de sanıldığının aksine)  açgözlülüğe de karşıdır.Weber bu noktada,  Püritenizmin, ‘Mamnonizm’ e (Açgözlülük) karşı çıktıklarını belirtir.Ve Püritenlere göre; bu tür bir zenginlik; ‘zengin olmak için zenginliktir.’Bu tür bir mülkiyet de tahriktir. Hâlbuki Püritenizm’de, kazanılan ve tasarrufla biriken sermaye yeniden ve yeniden dolaşıma sokulup, sermayenin üretken olmasını sağlama şeklindedir.(148)

Kapitalizmin ruhunun ve çağdaş ekonomik insanın (homo economicus) temelinde bu ahlak yasası vardır.Ve Weber’e göre; Püriten ruhun ve ahlak yasasının en hakiki taraftarları, ‘küçük burjuva ve çiftçilerin aşağı statülerinden yükselen insanlar’ arasından çıkmışlardır.(149)

Protestanlığın, kişinin kendi yetenek ve karar verme gücüne dayanan, ussal ve yasal kazanma güdüsü, Kapitalizmin ruhunu beslediği açıktır.Weber’e göre; ‘bu güdü, otorite gücünden, iktidardan bağımsız, kimi zaman ona karşın ve karşı olan bir çok durumda, birçok endüstrinin doğmasını’ sağlamıştır.Ve tarihsel süreç ilerlediğinde, ‘asketizmin manastırın kapılarını kilitleyip, meslek yaşamına geçmesiyle’, bu ahlak; çağdaş ekonomik sistemde, mekanik ve elektronik bir evren oluşturduğu gibi, aynı zamanda da dünyevi bir sistem kurmuştur.(155)

Sonuç olarak, Günümüze gelindiğinde Weber’e göre; ‘muzaffer kapitalizmin, artık desteğe ihtiyacı yoktur.’ Weber, Baxter’ın; ‘dünya malları için, insanın her an üstünden atabileceği birer palto gibiler’ sözünü yorumlarken, büyük ihtimalle ussallık ve aşırı rasyonelleşme ya da ussallığın usdışılığını (akılcılığın akıldışılığı) analiz ettiği, kendi ‘Bürokrasi’ kuramına ve belki de modern kapitalizmin kuşatıcı evreninde, ekonomik ve bürokratik süreçler arasında kalan, sosyalliğe atıfta bulanarak şöyle diyor:

’Fakat kader, bu paltodan demir bir kafesin oluşmasına hükmetmiştir.’ (155)

by Mücahit Aydemir


 

Uluslararası İlişkiler Teorileri: İdealizm, Realizm (Gerçekçilik), Davranışçılık (Davranışsalcılık), Çoğulculuk, MErkez – Çevre Bağımlılık Yaklaşımları  

Görsel

 

Görsel

 

Görsel

 

Görsel

 

Görsel