Archive for Kasım, 2013


Geleneğin İcadı – Eric Hobsbawn & Terence Ranger
 
Görsel
 
1917’de Mısırda hayata gözlerini açan Hobsbawn, Avrupa’nın büyük başkentlerinde gördüğü
eğitimin sonrasında
başta
Cambridge Üniversitesi
olmak üzere bazı üniversi
telerde görev aldı
.
Dünya çapında pek çok dile çevrilen önemli eserler
e imza attı
. Alanında çalışan
araştırmacıların kendisine referans vermeden geçmediği Hobsbawn, Terence Ranger ile
beraber çalıştığı
“Geleneğin İcadı”
çalışması ile
alanında
,
o
kuyucuların
a büyük ufuklar açtı.
Hobsbawn, kitabında, e
ski gibi görünen ya da eski olma iddiasındaki geleneklerin
kökenlerinin sıklıkla oldukça yakın geçmişe dayandığını öne süren Hobsbawn, bu
geleneklerin bazen icat edilmiş olabi
leceğine kitabında yer
vermiştir.
Ho
bsbawn’a göre “icat
edilmiş” gelenekten kasıt, icat edilmiş ve formel düzeyde kurumsallaşmış gelenekler olduğu
kadar,
kolayca izi sürülemeyecek bir şekilde kısa ve belirlenebilir bir zaman diliminde ortaya
çıkmış olan ve büyük bir hızla yerleşmiş gelenekle
ri kapsamaktadır. “İcat edilmiş gelenek”
alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir
özellik sergileyen, geçmişte doğal bir seyir anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değerler
ve davranış normlarını aş
ılamaya çalışan bir pratikler kümesidir. Gerçekte ise bu pratikler,
her
yerde kendilerine uygun düşen bir tarihsel geçmişle süreklilik oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Hobsbawn için “gelenek” ile “görenek” farkl
ılık arzetmektedir. İcat edilmiş olanları
dâhi
l
olmak üzere bütün geleneklerin amacı ve özelliği değişmezliktir. Gönderme yaptıkları gerçek
ya da icat edilmiş geçmiş, tekrar gibi sabit pratiklere dayanır. Göreneklerin gerçekleşmesini
sağladığı şey ise, arzulanan bir değişime, kendisinden öncekine tanı
nan ruhsatı, tarihte
ifadesini bulan toplumsal devamlılık ve doğa yasası ruhsatını atfetmektir. Görenek kendini,
gelenek gibi değişmez kılamamaktadır.
Çünkü geleneksel toplumlarda bile hayat değişmez
değildir. Sözgelimi, “görenek”, yargıçların yaptığı bir
şey iken, (icat edilmiş) “gelenek”
peruk, cüppe… gibi ritüelleşmiş pratiklerdir.
Yazar’a göre, gelenekler icat etmek, geçmişe referansla belirginlik kazanan, özünde bir
formelleştirme ve rutinleştirme sürecidir. Bu sürecin çoğu kısmı ise hala karanlıktadı
r. Bunun
en basit örneği ise,
geleneğin tek bir kişinin
girişimiyle bilinçli olarak
icat ve inşa edildiği
durumlardır. İlginç olan nokta ise, eski malzemelerin gayet yeni amaçlara yönelik olarak yeni
türde icat edilmiş geleneklerin inşasında kullanılmasıdı
r. Her toplum, bu tür malzemelerin
kullanılmasından oluşan bir stoka sahiptir.
Kitapta, eski olan şeylerin geleneksel yerlerinde açık olan kırılmaların gözden kaçırılmaması
gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Sözgelimi, İngiliz Noel şarkılarının oluşturulması
17.
yüzyıla bırakılırken, onların yerini Watts
Wasley tarzı ilahi
kitabı şarkıları almaktadır. Ancak
ilkel Metodizm gibi kırsal
dinlerde, bunların halka özgü değişimleri gözlemlenebilmektedir.
Oysa Noel ilahileri, orta sınıf şarkı toplayıcılarının eliyle
yeniden canlandırılacak ilk halk
şarkıları olacaktır.
Hobsbawn’un geleneklerin dönemsel olarak yeniden icat edildiği tezi üzerine inşa ettiği
çalışmasında, Sanayi Devrimi sonrası dönemde icat edilmiş geleneklerin üç ayrı şekilde

2
geliştiği öne sürülmektedi
r.
Bunlar, toplumsal birlik beraberliği ya da gerçek veya yapay
cemaatlere grup aidiyetini oluşturan veya sembolize eden gelenekler
,
kurumları, statü ya da
otorite ilişkilerini oluşturan veya meşrulaştıran
gelenekler ve ana amacı toplumsallaşma,
inançların
, değer yargılarının ve davranış teamüllerinin aşılanıp aktarılması olan gelenek
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hobsbawn’a göre tarihçiler, geleneklerin icadı çalışmalarından bazı faydalar ummaktadırlar.
Bu içerikteki çalışmalar başka türlü görülemeyecek so
runların ve belirleyip tarihlemenin zor
olduğu gelişmelerin
belirtileri
ve işaretleri olduğundan
bir kanıt niteliği taşımaktadır. İkincisi,
böylesi çalışmalar insanın geçmiş ile kurduğu ilişkiye ve dolayısıyla tarihçinin kendi konusu
ve
zanaatına ışık tutm
aktadır. Çünkü bütün icat edilmiş gelenekler, imkân dâhilinde grup
birlikteliğinin oluşması ve meşrulaştırılması için tarihe başvururlar. Ve gelenek icadı ile ilgili
çalışmalar, disiplinle
r
arası bir nitelikte yürütülmektedir. Bu pek çok uzmanlık alanını bi
r
araya getiren bir alandır.
İcat edilmiş gelenekler, görece yeni bir tarihsel yenilik olan
“ulus”la, onunla ilintili
milliyetçilik, ulus
devlet, ulusal semboller ve tarihler vb. fenomenlerle yakından alakalıdır.
Bütün bunlar genellikle üzerinde düşünülmü
ş ve her zaman yenilikçi olan toplumsal
mühendislikteki uygulamalara dayanmaktadır.
Giriş bölümünde geleneklerin
icat
edilmesi
üzerinde durulduğu; Birinci Bölüm’de,
geleneklerin yeniden ica
dına
örnek olarak İskoça’nın Highland geleneğine değinildiği; İkinci
Bölüm’de, romantik dönemde Gal geçmişinin izleri
nin
arandığı; Üçüncü Bölüm’de, ritüelin
bağlamı, icrası ve anlamı bağlamında, Britanya monarşisinde geleneğin icadı
nın
incelendiği;
Dördüncü Böl
üm’de, Victoria dönemi Hindistan’ın
da otoritenin temsili
nin
analiz edildiği;
Beşinci Bölüm’de, sömürge dönemi Afrika’sında geleneklerin nasıl (yeniden) icat edildiği
üzerine durulduğu ve son bölümde Avrupa’da 19. yy.’ın sonu ve 20.yy.’ın başından geleneğin
icadı
nın
irdelendiği, Hobsbawn ve Ranger’ın bu
değerli çalışması, temelde, günümüzde eski
devirlerden geldiği düşündüğümüz geleneklerin aslında henüz, yakın zamanda (yeniden) icat
edilen gelenekler olduğu savı üzerine inşa edilmiştir.
Hobsbawn ve Ranger’
a göre, bu, yeniden icat edilen gelenekler, icat edilirken mutlaka bir
tarihsel temele dayanmaktadır ve tarihsel bir arkaplanı refere etmektedir.
Geçmiş ile sürekli
bir irtibat kurulmaya çalışılmaktadır. Oysa bu süreklilik, büyük ölçüde suni ve yapmacıktır
.
Bu açıdan bakıldığında, son iki asırlık tarih, modern dünyanın sürekli değişimi ve yenilenmesi
ile toplumsal hayatın en azından bazı kısımlarının değişmez ve sabit tutulmaya çalışılması
arasındaki zıtlığa kafa yoran tarihçiler açısından son derece ilginç
ve verimli bir zaman
dilimidir.
Verimlidir, çünkü, bu icat edilen gelenekler, göreceli olarak, yeni bir olgu olan
“ulus”, “ulus
devlet” ve “milliyetçilikle” eş zamanlı giderek, gittikçe yerleşik bir zemin

kazanmaktadır.

 

~Kaynak: http://yusufsayin.com.tr/

Dünya Tarihinin Sınırında Tarih – Ranajit Guha

Görsel

“Dünya Tarihinin Sınırında Tarih”
adlı çalışma, tarihyazımı alanında büyük dönüşümlere
imza atan Ranajit Guha’nın tarih felsefesinin ve tarihyazımını konu alan bir e 
serdir.
Tarihsellik, dünyanın nesri, tarihin nesri, dünya
tarihinin icadı, deneyim, hayret ve şiir ve
edebiyat veçheleriyle tarih yazımını ve tarihyazımının uğradığı “sefaleti”
mevzu edinen Guha,
çalışmasını İtalyan İleri Çalışmalar Akademisinde verdiği bi
r dizi ders sonucu oluşturmuştur.
Çalışmasına Hintlilere ait bir Hindistan tarihi yazarak kendi geçmişlerini yeniden ellerine
geçirmenin Hintlilerin üzerine düşen bir vazife olduğunu ifade ederek başlayan Yazar,
çalışmasın
da
Hegel’in “Dünya
t
arihi” kavram
ını izah ederek sürdürmüş, Hegel’in bu terimi
Aydınlanma’dan miras aldığını
n ve
“Dünya
tarihi”
teriminin “Tarihteki Akıl” ile eşanlamlı
olarak kullanıldığının
altını çiz
miştir. Hegel’e referansla,
Dünya
tarihinin
Geist
kavramı
tarafından aşılmasıyla son bu
lduğunu sözlerine
ekleyen Yazar, Dünya
tarihinin içeriğini
kendini nesnelleştirdiği süreçten elde ettiğini, onu kavramsallaştırıp yazma işinin ise tarihin
nesrine düştüğünü ve Tin’in Akıl’da olduğu için
Dünya
tarihinin ve onun tarih yazımındaki
temsilinin
tarihteki akla karşılık geldiğini
Çalışmasında
, insanın dünyadaki hakiki varoluşu olarak tarihselliğin, aşma edimi yoluyla
tarih felsefesine çevrildiğini ve insan geçmişinin somutluğunun, “Dünya
tarihi” kavramına
kurban edildiğini belirten Yazar, “dünya
t
arihsel fillerinin” görmezden gelindiğini, kıtalara
büyük zarar verildiğini, kültürlerin yok edildiğini ve çevrenin zehirlendiğini ifade etmektedir.
Bu fillerin “dünya tarihinin bireyleri olan büyük adamların” imparatorluklar kurmasına
kaynaklık ettiğini s
öyleyen Yazar, tabi halkların, emperyalizmin sözde tarihsel dilinin ancak
“Tarih
öncesi” diye tasvir edildiği döneme hapsedilmesine yaradığını dile getirmektedir.
Kitabında dar bir şekilde tanımlanan devletçilik siyasetlerinin esaret altında tuttuğu
sömür
gelik temsilinin geçmişi ile ilgilenen
Guha, bu esaretin, tarihyazımının yetersizliği
yüzünden dikkatini çektiğini vaaz etmektedir. Guha’nın bahsettiği bu “yetersizlik” ise, bir tür
sömürgeci bilginin tesis ettiği
hâkimiyetin
ne boyutlara ulaşmış olduğunu
gösteren bir
ölçüden ibaret bulunmaktadır. Yazarın eseri, kendi tabiriyle, “Tarihselliğin Dünya
tarihi
içinde kapatıldığı yerden kurtarılmasına
yönelik yapılan bir çağrıdır ve yapılan bu çağrıya bir
cevap mahiyeti taşımaktadır.
İşe
, “
Yazısı
olmayan halklar
ın tarihsiz halklar olduğu, tarihsiz olan halkların da aşağılık
insanlar olduğu”nu ifade eden “tarihsel halklar” tabiri ile başlayan Guha, “tarihsiz halklar”
teriminin, kendi döneminde tarihyazımı içinden özümsenmiş bir tarih görüşü olduğunu ifade
etmekted
ir. Tarihsel halklar, Dünya
tarihine kabul edilmemiş halklardır.
Çalışmasında
Dünya
tarihine kabul edilme kurallarından vaaz eden Yazar,
yazma
nın yeterli bir koşul
olmasa da hala gerekli bir koşul olduğunu ve bir halkın buna tamamen hak kazanması için
devl
etinin olması
gerektiğini
, yazının tarihsel olabilmesi hakkında yazılacak bir devleti
gerektirdiği
için yazma
eyleminin devlete içkin olduğundan bahsetmektedir.
Yazar’a göre
nesir, tarih üretimi için yeterli bir koşul değildir. Hegel’e göre bu koşulu devle
t sağlamaktadır.

2
İçeriği ilk temin edenin devlet olduğunu söyleyen Hegel,
bu içeriğin tarihin nesrine uygun
düşmekle kalmadığını, o nesri üretmeye de bilfiil yardım ettiğini ifade etmektedir.
Dünya
tarihi projesi, bir “kendini keşfetme” seyahatini gerekti
rmektedir ve kıtalararası
mekânın koordinatlarını evrensel zamanınkilerle, yani coğrafyayı tarihle eşleştirmeye
çalışmayı gerektirmektedir. Bu keşif, bir taraftan bir ulusun, halkın, devletin hakiki tarihinden
bir kopuşu zorunlu kılarken, diğer taraftan da
bu kopuşta yaşanan hakiki tarihten uzaklaşma
serüveninde “Dünya
tarihi” dışında kalan zamanları
tarih
öncesi” diye adlandırarak bir
dışlama
da bulunmaktadır.
Yazar’ın
“dünyanın nesri” dediği şey, şiirin, zamanın başlangıcından beri göklere çıkardığı o
kad
im bütünlüğün sonuna gelindiğinin işaretini ver
irken, dünyanın nesrinin, bir tanınma
sürecinden oluştuğunu belirtmektedir. Dünyanın nesrine temel bir çerçeve sağlayan şey ise,
gündelik olandır. Öznelerarası ilişkilerin dokusu, bu çerçeve üzerinde dünyanın
nesrini
meydana getiren fenomenler olarak sergilen
mektedir
.
Kitabında Hegel’in tarih felsefesini okurlarıyla paylaşan Yazar, Hegel’in tarih felsefesini
insan
merkezli
bir
bakış
tan
ziyade
“konu olarak insandan daha büyük olan”
Geist
mefhumu
odağında oluştu
rduğunu dile getirmektedir. Yazar’a göre Hegel tarih düşüncesinde özneyi
insan değil de
Geist
olarak seçmiştir.
Hegel’ e göre dünya tarihi ilahi takdirin bir tasarrufudur.
Dünya, Allah tarafından yönetilmekte, dünya tarihi de onun yönetiminin içeriği ve pl
anının
icrasından ibaret bulunmaktadır. Dünya tarihi ilahi bir plan olduğu için onun keyfiliğe, şansa
ya da olumsallık ima eden herhangi bir şeye tabi olmadığında ve tabi tutulamayacağında ısrar
etmektedir.
Mütemadiyen varolduğunu, evrensel bir dizi oluşt
urduğunu ve birbirini izleyen aşamalar
zinciri olarak karşılandığını ifade ederek “Asyalılık”, “Ortadoğulu ya da İslami Tektanrıcılık”
ve “Hıristiyan Avrupalı” olarak üç “ilke”den bahseden Hegel, Dünya
tarihinin sınırları içine
birinci ve ikinci ilkeyi alı
rken, üçüncü ilkeyi, “Şarklılığı”, Dünya
tarihinin sınırları dışına
itmektedir.
Çünkü Şarklı, zamanda ilk ortaya çıkan biçimlenim olarak tinselliğin hala tözel ve
doğal olduğu, her devletin mutlak başlangıç uğrağının ötesine geçemediğinden
bahsetmektedir.
Şark’tan yaşanan tin ve doğa bütünl
enmesinde, Doğu’da Tin’in doğaya gömülmüş olduğunu
ve henüz kendi kendine yeterli olmadığını ifade eden Yazar, Tin’in bu yüzden hala özgür
olmadığını ve özgürlüğün vücut bulduğu süreçten geçemediğini söylemektedir. Çünkü
“herkes”in özgür olduğu Germenik diyarla ya da en azından bazılarının özgür olduğu Yunanlı
ve Ro
malı diyarlarla kıyaslandığında Şark’ta ataerkil yapısıyla sadece
Tek
bir kişi özgür
bulunmaktadır. Şark, özgür olamadığı ve tini özgürleştirmediği için Dünya
t
arihinin
dışındadır. Tarih
öncesi zamanlara aittir, özgürleştir
ilmesi ve yeniden tarihinin yazılması
gerekmektedir.
Hegel’de somutlaşan Dünya
tarihi anlayışına kitabında eleştiride bulunan Guha, Hint
toplumunun özgür olmayan ataerkil bir yapısı olduğu için
Hindistan’ı örnek göstererek,
“Dünya
tarihinin kapılarının Hindistan’a sıkı sıkıya kapalı olduğunu ifade etmektedir.
Fakat
Yazar’a göre, Yunan ve Roma’nın köle toplumları, köle emeğine oldukça bağımlı olan Orta
Çağ ve erken dönem modern Avrupa toplumları
Yazar’ın tabiriyle “seçmeleri geçmekte”dir.
Hindistan gibi Çin’de de yönetim despotların, tek kişinin yönetiminde old
uğu için Hindistan
gibi Çin de çemberin “dışında”dır. Yunanistan ve Roma ise, “bazıları” özgür olsa da çemberin

3
“içinde”dir. “Hıristiyan bi
r dünya” olarak kabul edildiği için Germenik diyar, özel bir
mülahazadan yararlanmaktadır.
Dünya
tarihine kabul edilme koşullarının Avrupa lehine askıya alınmasının ya da
değiştirilmesini sağlayan ve dünyanın geri kalan kısmına katı bir biçimde dayatılan
ayrım,
Hegel’in devlet teorisi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yazar’a göre, Hegel’in evrimsel
ilerleme fikri çerçevesinde düşünüldüğünde bu ayrım, Darvinci bir teoridir.
Çünkü
Dünya
teorisi temasında işlendiği üzere, güçlülerin zayıflar üzerindeki zaferi, d
oğru ve yanlışa ilişkin
kadim ve üstün olduğu kabul edilen bir anlayışa göre hem gerekli hem de haklı
addedilmektedir. Çünkü Hegel’e göre
devlet kurmak,
kahramanların hakkı
dır.
Kahramanlar
ise kendilerinden daha az gelişmiş olan ulusları
barbarlar
olarak
görmekte ve
onlara öyle muamele etmektedirler.
Kahramanlar
a göre, bu ulusların hakları kendilerine eşit
değil ve onların bağımsızlığı sadece biçimsellikten ibaret bulunmaktadır.
Bu bir
tecrid
durumudur. Guha’ya göre ise b
öylesi bir tecridin ayrım çizgisi
nin diğer
tarafındaki tarihsellik için ne anlama geldiğini anlamaya çalışmak, (o) devletçiliğin Dünya
tarihinden dışladığı insanlara düşmektedir. Bu ise yeni bir kuşağın yeniden düşünmeyi,
tarihyazımında “sorgusuz sualsiz” öğrenilen veya öğretilen şeyleri
bir kenara bırakmayı
başarmasıyla mümkün olacaktır.
Bir
noktanın daha altını çizen Yazar, tarih
öncesinin,
Dünya
tarihine, Dünya
tarihinin sömürgeleştirilenler ve fethedilenler üzerinki
hâkimiyetini
bir hegemonya sürecine dönüştürmekte katkılar sağladığını
, böyle bir hegemonyanın, tarih
öncesine yapacağı referansla imparatorluk inşa etmek için halkın sömürgelik öncesi geçmişini
kendi çıkarı için doğrudan kullanabileceğini veya aynı amaca ulaşmak için onu yeniden
yazarak işleyeceğini ifade etmektedir
.
Yazar
’a göre, Dünya
tarihi, tarih öncesine nüfuz etmekle kalmayıp, Hindistan’da ya da diğer
sömürge yerlerinde olduğu gibi,
devletçi özünü ulusallaştırmak ya da yerlileştirmek yoluyla
orada gelişmeye devam ediyorsa, bunun sebebi, modern Batılı devlet
sisteminin
, yürürlükte
olduğu her yerde geçmişi kendi koşullarına uygun hale getirerek tarihselleştirmek zorunda
olmasıdır. Sonuç olarak Emperyalizm ile Dünya
tarihi arasındaki suç ortaklığı, sadece
sömürgeleştirenlerin, sömürgeleştirilenlerin geçmişlerine el koyma
sı sorunundan değil, aynı
zamanda modern Avrupa’ya özgü olan bölgesel bir gelişimin küreselleşmesi, yani tarihin
nesrinin, dünyanın nesrine üstün gelmesidir.
Guha’ya göre, “her şeyin bulunduğu sınırın içindeki herşey”, “Germenetik diyar” olarak
adlandırı
lan Avrupa ulus
devletlerinin oluşturduğu Dünya
tarihine karşılık gelmektedir.
“Hiçbir şeyin bulunmadığı sınırın dışındaki hiçbir şey” ise,
tarih
öncesinin bölgesidir.
Geist
adına konuşan emperyalist bir felsefe tarafından buraya yerleştirilen toprakların
ve halkların
tarihselliği vardır, ama tarihleri yoktur.
Dışlananlar,
bir etnik ya da coğrafi soyutlama
değildir. Kültürleri, edebiyatları, dinleri, felsefeleri ve sairleriyle insanlığın büyük kısmını
oluşturmaktadır.
Yazar’a göre Dünya
tarihi, Hindistan’d
a olduğu gibi sömürgeci projelere hizmet ederken,
maddi ve düşüncel açılardan da rol oynamıştır. Buna göre, Maddi açılardan, sömürge
kurumları ve kuruluşları, servetlerini artırır, zenginleşir ve refah seviyelerini yükseltirken,
düşüncel açıdansa sömürgele
rin, sömürgeci emperyal güçlere boyu eğmelerine neden
olmaktadır.
Sömürgecili
k dönemi tarihyazımına eserinde yer veren Guha, Hintli tarihçiler örnekleminde,
sömürgeciliğin gelişinden önce tarih tamamıyla bilinmemesine rağmen tarihçilerin tarih

4
yazmayı nas
ıl öğrendiği konusu üzerine kafa yormaktadır. Bu
öğrenme
nin bir öğrenme
sürecinden meydana geldiğini vaaz eden Guha,
sömürge döneminin ilk Hintli tarihçilerinin,
Dünyatarihinden dışlanmış olmalarına rağmen Batılı tarzda tarih yazmayı öğrenirlerken,
algıdan kavrayışa geçerek onun kavramını edinmiş olduklarını ifade etmektedirler. Algıdan
kavrayışa giden süreç ise, algılama ile başlamakta, aklında tutma, algıları tekrarlama, algıları
deneyim haline getirme ve kavrayışla anlayış haline getirme ise devam etmek
te ve kavram edimi ile sonuçlanmaktadır
 

 

Kısa İran Siyasi Tarihi

fffffffffffffffff

Şah İsmail, Şiiliği resmi bir devlet mezhebi haline geitrdi.

Bunun için: -Şii ulemayı İran’a taşıdı.

-Şah İsmail, kendini imamlarla ilişkilendirdi.

-İslam’da Şii-Sünni ayrımını tazeledi.

1794’te Kaçar Hanedanlığı’nda dine Safevilerden farklı bakıyordu.

Din ve Ulema devlet,n denetimi dışındaydı.  Bu dönemde Şiilik çok gelişti. Ulema her yerde söz sahibi haline geldi.

Ruslara ve İngilizlere bir takım ayrıcalıklar tanındı bu dönemde.

İran, 20. Yüzyılın başında Rusya ve İngiltere tarafından işgale uğradı. İran, İngilizler için Hindistan’a giden yol olark önem taşır.

Rıza Şah dönemi reformları, bizdeki Atatürk dönemi reformlarına benzetilir.

İkinci Dünya Savaşı ile tekrardan bu defa İngilizler ve Sovyetler tarafından işgal edilir.  İşgal sebepleri arasında: Prtrol rezervleri, Basra üzerinde bulunuşu ve basşkası tarafından işgali halinde tehlike ortaya ıkarmasıdırı.

Zayıf Rıza Pehlevi iktidarı döneminde ülkede yabancı etkisi arttı.

Musaddık’ın gelişiyle millileşme çabaları arttı; Musaddık Batı karşıtıydı. ABD ve İngilizlere karşı isyan bayrağını açtı. Musaddık, petrol şirketini millileştirdi.

1953’te Musaddık bir darbeyle devrilir ve yerine ŞAH gelir. Şah ABD yanlısıdır.

1979’da İran İslam Devrimi gerçekleşir.  Humeyni, sadece Şah’a karşı değil ABD’ye de karşı bir tutum sergiledi.

Irak ile ilişkilerin gerilmesiyle beraber; 1980’de İran-Irak Savaşı çıkıyo. İlk Saddam vuruyo. Savaş 8 yıl sürüyor. Abd savaşta hem Irak’ı hem İran’ı dstekliyor!

Halepçe Katliamı: İran, Irak’a karşı kimyasal silah kullanıyor.

İran 60lı yıllarda başladı ABD desteğiyle nükleer çalışmalarına.

Daha sonrasında Sovyet ve Çin desteğiyle devam etti.

Barışçıl amaçlarla ilerlediğini ifade ediyor İran nükleer çalışmalarına ama gereğinden fazla uranyum zenginleştirmesinde bulunarak kendisiyle çelişiyor.

 

——————————————–

İRAN DEVLET SİSTEMİ

DERS NOTLARI*

Batı Asya’da bir devlet olan İran’ı kuzeyinde Ermenistan,Azerbaycan,Hazar Denizi ve Türkmenistan,doğusunda Afganistan ve Pakistan,batısında Irak ve Türkiye,güneyinde Basra Körfezi ve Umman Denizi vardır.Yüzölçümü 1.648.000 km² olan İran’ın başkenti Tahran,resmi dili Farsça’dır.
Ülkede Türkler,Araplar,Kürtler,Yahudi ler,Ermeniler’den oluşan önemli bir azınlık vardır.
TARİHÇESİ : Çok eski bir medeniyet olan İran’a 18.yy’dan sonra Zend,Kaçar ve Pehlevi hanedanları gelmiştir.1770’lerde Türkmen soylu Kaçar hanedanı iktidardadır.Aşirat yapılı bu hanedan devlet yönetimini bilmemektedir.Bu yüzden Mollalardan yardım almışlardır.Molla-Sultan-Toprak üçgeni bu dönemde ortaya çıkmıştır.Batı ise bu dönemde Molla-Toprak Ağası-Tüccarlarla ilişki kurdu ve modernleşme politikası sonucu İran’a girdi.Fakat bu modernleşme tıpkı Osmanlıdaki gibi tepeden inme idi.Batının bu politikaları 1906’da meşrutiyetle sonuçlanmıştır.Fakat devrim Azerbaycan’da uygulanmamış,bunun üzerine halk ayaklanmış ve ayaklanma on gün sürmüştür.Bunun üzerine meşrutiyet fermanı burada da yürürlüğe girmiştir.
Tahran’da meclisin bombalanmasına kadar meşrutiyet sürebilmiştir.Azerbaycan ise tekrar ilanını istemiştir.Bunun üzerine durumdan korkan Mehmet Ali Şah meşrutiyeti tekrar ilan etmiştir.Bu olay Kaçar Hanedanının tasfiyesini de kolaylaştırmıştır.
İngilizlerin desteği ile göreve gelen Fars hanedanı olan Pehleviler,Türk hanedanlığına son verdiler.Batı Türk +İran birleşmesinden çok korkmaktadır.1921’de başa geçen Rıza Han 1925’te kral ilan edildi ve 25 Nisan 1926’da Rıza Şah Pehlevi adıyla tahta çıktı.1933’te hükümet Oil Company ile İran çıkarlarına daha uygun bir petrol anlaşması yaptı ve İngiliz,Rus,Fransız etkilerinden kurtulmak için Almanya’ya yöneldi.1941’de SSCB ve Büyük Britanya buna karşı İran’ı işgal ettiler.Bunun üzerine Rıza Şah tahtı oğlu Muhammed Rıza Şah’a bıraktı.Yabancı müdaheleler İran’da yeni bir milliyetçi hareketi doğurdu.Musaddık Ulusal Cepha Partisini kurdu.1951’de başbakan Razmara’nın öldürülmesinden sonra Musaddık iktidara geldi.İran petrollerinin millileştirilmesi yönünde bir karar çıkarttı.Şah bunun üzerine Musaddıkı görevden aldı fakat halk ayaklanması sonucu Şah ülkeden kaçtı.Musaddık CIA tarafından düşürüldükten sonra dönebildi.
1960’larda AK Devrim yapıldı.Özü toprak reformudur.Toprak din adamlarındaydı ve 1961’den itibaren köylülere dağıtıldı.Üretimi pazara açmayı amaçlamıştır.Bu devrim farklı tepkiler almıştır fakat mollalarca eleştirilmiştir.Bu devrimden sonra Ayetullah Humeyni siyasete girmiştir.
Ekim 1973’te İran petrol fiyatını artırmaya yönelik bir politika benimsedi.Petrol patlaması yeni sınıflar ortaya çıkardı.Burjuvazi geleneksel ticaret burjuvazisi ile rekabete girdi.Fakat siyasal anlamda ise demokratikleşme girişimi reddedildi.Ordu-Jandarma ve Savak her türlü muhalefet girişimini eziyordu.İran hem liberal hem de ilerici ve dini muhalefetinden kaynaklanan bir karmaşaya girdi.Sonunda Muhalefet Pehlevi yönetimine Tahran’da 1978 Eylülünde saldırdı ve 500.000’den fazla gösterici yönetimi protesto etti.8 Eylül’de(Kara Cuma) 75.000 protestocu Jaleh kavşağına oturdu.Göstecilere Amerika’dan verilen silahlarla ateş açıldı.Ocak 1979’da muhalefet temsilcilerinden Şahpur Bahtiyar başbakanlığı kabul etti fakat 16 Ocak 1979’da Rıza Şah ülkeyi terketti.1 Şubatta ise Humeyni ülkeye döndü ve Mehdi Bozargan’ı başbakanlığa atadı.
Muhalefet lideri olan Humeyni’ye yönelik Şah tarafından,ölüm kararı alınmıştı.Fakat Şah Mehmet Humeyni’yi Ayetullah ilan etmiştir;Ayetullahların öldürülmesi yasaktır.Humeyni sürgün edilir.Dini okullarda Şah’a karşı muhalefet başlar,Marksistler ve muhalifler Humeyniyi desteklemiştir.Humeynini diğer başarı sebepleri zeki oluşu ve olaylara objektif yaklaşmasıdır.
1 Nisan 1979’da refarandumla Cumhuriyet kuruldu.Aralıkta ise %95 oyla İran Anayasası kabul eedildi.Anayasa 177 maddeden oluşuyordu.4 Kasım 1979’da Tahran ABD büyükelçiliğindeki 52 görevli humeyni yanlısı gençlerce rehin alındı.Olayın nedeni ABD Büyükelçiliğindeki İran’a ait gizli belgeleri ele geçirmektir.Başbakan Bazergan istifa etmiştir.Ocak 1980’de ise Humeyni desteğini alan Abdülhasan Beni Sedr cumhurbaşkanı olmuştur.52 rehine ise 444 gün sonra serbest kalmıştır.
1981’de Beni Sadr’ın azlinden sonra Muhammed Ali Recai oyların %80’ini alarak cumhurbaşkanı oldu.Recai 30 Ağustos 1981’de Halkın Mücahitleri Örgütünün düzenlediği suikast sonrası öldürüldü.Bunudan sonra Hamoney cumhurbaşkanı seçilmiştir.1980’de başlayıp 1988’de biten İran-Irak Savaşının ardından 3 Haziran 1989’da Humeyni ölmuş ve 2 dönem görevde kalan Hamoney rehber seçilmiştir.Ardından meclis başkanlığı yapmış olan Rafsancani cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.1997 Mayısında ise bağımsız aday Hatemi cumhurbaşkanı seçilmiştir(%89 oyla)

İRAN SİYASAL SİSTEMİ

Emre Bayır*

GİRİŞ:

İran siyasal sistemi totaliter sistemdir.İslam dinine hem kamusal hemde özel alanı belirleme gücü verilmiştir.İran siyasal sisteminin bütün erklerinin içeriği,işlevi,yetkisi ve kalıcılığı İslam dini tarafından belirlendiği yasallaştırılmıştır.İran siyasal sisteminin kurucuları,bu sistemi İslam dinini yürürlüğe sokmak için yapılandırdıklarını söylemektedirler.İran siyasal sisteminin bir diğer özelliği,İslamı sadece kamusal alanda egemen kılmak değil,hayatın bütün alanında yürürlüğe sokmaktır.Halkı sürekli bu ideoloji çerçevesinde motive etmeye çalışmışlardır.
İRAN ANAYASASIN’DA BELİRLENEN SİYASAL SİSTEM
İran Anayasası’nın İslam devriminden sonra 15 Kasım 1979’da çalışmaları bitmiş ve Anayasa aynı yılın Aralık ayında kamuoyuna sunulmuştur.Oylama sonucu %99,5 oranda “evet” çıkmıştır.1989’da Humeyni’nin ölümünden sonra İran Anayasası yeniden gözden geçirilmiştir.Anayasa 177 maddeden oluşmaktadır.
1 – Velayete Fakih
Velayete Fakih kuramı 1960’larda Humeyni tarafından ortaya atıldı.Kuram Şia mezhebinin ideolojik temelleri üzerine kurulmuştur.Humeyni Velayete Fakih kuramı vasıtasıyla Şia mezhebinin siyasal sistem örneğini gerçekleştirmiştir.Bu kuram Şia mezhebinin “imamet” kuramının devamı olarak belirtilmiştir.Şiaya göre İmamet kurumu Kur’an’da belirtilmiştir.Peygamberin ölümünden sonra müslümanları yönetmek İmamların hakkı ve sorumluluğundadır.Yönetim İmamların iktidarda olması veya onların onayı ile meşruiyet kazanmaktadır.
Velayete Fakih kuramını 1960 yıllarında Irak’ın önemli kentlerinden Necef kentinde Humeyni,din derslerinde ortaya koymuştur.Peygamberler ve imamlara özgü “velayet” (Mutlak otorite) fakihler için de geçerlidir.1979’da İran devrimi gerçekleştiğinde Humeyni Velayete Fakihi İran Anayasası’na aldırdı.
İran Anayasasının 5. Maddesine göre “12. İmam gaybeti nedeniyle iktidar ve imamet adil,takva sahibi,zamanın icaplarını bilen,gözüpek,becerikli,tedbir li fakihin ühdesindedir.”İran siyasal sisteminde Velayete Fakih lider konumundadır ve bu lider halk tarafından seçilmelidir.57. maddeye göre “İran İslam Cumhuriyeti’nde egemenlik güçleri:yasama gücü,yürütme gücü,yargı gücü Velayete Fakih denetimindedir.Velayete Fakih Kurumunun görev ve yetkileri:
** İslam Cumhuriyeti’nin genel politikalarını belirlemek,bu Maslahat Konseyi de danışmadan sonra yapılır.
** Alınan genel kararların sağlam yürürlüğe girmesini denetlemek.
** Referandum ilan etmek.
** Silahlı kuvvetlerin genel komutanı.
** Savaş ve barış ilan etmek ve güçlerin seferberliği.
** Gözetici Konsey’in Fakih üyelerini atamak.
** Ülkenin en yüksek yargı makamını atamak.
** Genelkurmay başkanın atanması ve azli.
** Devrim Muhafızları Genel Komutanını ataması ve azli.
** Milli Savunma Yüksek Konsey kurulması.
** Silahlı Kuvvetlerin en üst düzey komutanlarını belirlemek.
** Milli Savunma Yüksek Konseyi önerisi
** Seçilmiş ve henüz göreve başlamamış cumhurbaşkanının onaylanması.
** Meclisin siyasi yetersizlik vermesindeen sonra cumhurbaşkanını azletmek.
** Radyo-Televizyon kurumu Velayete Fakih’e bağlıdır.
** Yasama,yürütme ve yargı güçleri arasındaki sorunları çözmek.
** Maslahat Konsey üyelerini belirlemek.

Cuma Namazı İmamı kurumu da Velayete Fakih’e bağlıdır.Cuma Namazı İmamları kentin idari ve siyasi sorumluluklarından fazla güce sahiptir.Velayete Fakih’e bağlı olan kurumlar:
1 – Yoksullar ve Gaziler Vakfı(Bonyade Canbazan ve Mostezefin)
2 – Şehitler Vakfı(BonaydE Şehid)
3 – İmdad Komitesi(Komiteye Emdad)
4 – 15 Hurdad Vakfı(Bonyade Panezdehe Gordad
Devrimden sonra 1989’a kadar Humeyni Velayete Fakih görevini üstlenmiştir.
2 – Cumhurbaşkanı
Saltanat sistemi ile yönetilen İran’da 1979 İslam devriminden sonra cumhuriyet sistemine geçildi.Anayasaya göre rehberlik makamından sonra cumhurbaşkanı ülkenin en yüksek resmi makamıdır.Anayasayı yürütme,üç gücün ilişkilerini düzenleme,yürütme gücüne başkanlık etme(doğrudan doğruya rehberlik makamına bağlı konular dışında) onundur.Cumhurbaşkanlığı süresi 4 yıldır,ardı ardına seçilebilme vardır.Cumhurbaşkanı halkın oyuyla seçilir.Anayasaya göre cumhurbaşkanı “İran asıllı,İran vatandaşı,tedbirli,iradeci,güv enilir,takva sahibi,İran İslam Cumhuriyeti’nin ve ülkenin temel ilkelerine inançlı” olmalıdır.Cumhurbaşkanını Gözetici Konsey ve dini lider onaylamaktadır.Seçilmek yeterli değildir,azledilebilirler.1981 yılında yaşanmıştır.Cumhurbaşkanı 3 erk arasında dengeyi sağlar ve yürütme görevini yapar.Yargı sorumluluğu dini lidere aittir.Bakanlar kurulu cumhurbaşkanına bağlı olmasına rağmen gerçekte sorumlulukları dini lidere karşıdır.
1979 İran İslam Devrimi’nden sonra Abdullah Benisadr cumhurbaşkanı olmuştur.Tahranda ilahiyat,Pariste iktisat okumuş,Humeyni’ye yakın olmuştur.Babası molladır.Cumhuri İslam partisi ve Devrim Konseyi ile sorun yaşayan Benisadr 1981’de görevden azledilmiştir.Fransa’ya kaçmış ve İslam Devrimi gazetesini çıkarmaya başlamıştır.
1981’de Benisadrdan sonra göreve Muhammed Ali Recaiy gelmiştir.Gençliğinde işportacılık yapan yoksul bir kişidir.Halkın Mücahitleri örgütü ile ilgisi olduğu söylenmektedir.1981’de başbakanlık bürosuna Halkın Mücahitleri tarafından atılan bomba ile öldürülmüştür.
1981’de Recaiy’in ölümünden sonra,günümüzde Velayet Fakih olan Seyid Ali Hamaney cumhurbaşkanı seçilmiştir.Humeyni’nin öğrencisidir.
İran’da yasama gücü meclise aittir.Bakanlar ve cumhurbaşkanı meclise karşı sorumludur.Meclisin 290 üyesi vardır.Bu nüfusa göre artabilir.Meclis üyeleri 4 yılda bir seçilir.
Başbakanlık sistemi 1988 yılında kaldırılır ve başkanlık sistemi getirilmiştir.Humayni ölmüş,Hamaney dini lider olmuş,Rafsancani cumhurbaşkanı olmuş ve başbakanlık kaldırılmıştır.Cumhurbaşkanını n yetkileri artmıştır.Velayete Fakih güçlenmiştir.
3 – Gözetici Konsey
Bir denetleme kurumu olarak anayasada belirtilmiştir.Görevi mecliste alınan kararların dine uygun olup olmadığını belirlemektir.12 kişiden oluşur.Şu şekilde kurulur:
1-Zamanın icaplarına ve günün sorunlarına vakıf ve adil fakihlerden altı kişi (bunların seçimirehber ve rehberlik şurasına aittir.)
2-Diğer altı kişi ise hukukun çeşitli alanlarından olup Yüksek Yargı Konseyi tarafından meclisin onayına sunulur,sonra konsey üyeliğine dahil edilirler.Meclis tüm kararları Gözetici Konseye göndermelidir.Konsey kararını 10 gün içerisinde verir,aksi halde karar kabul edilmiş sayılır.İslama aykırılık kararı için fakihlerin çoğunluğu,anayasaya aykırı bulunması için ise tüm üyelerin çoğunluğu gerekir.Gözetici Konsey Cumhurbaşkanı seçimini,meclis seçimlerini,halkın oyuna ve görüşüne başvurmayı denetleme yetkisine sahiptir.Yani Cumhurbaşkanı ve milletvekili adaylarının seçimlere katılıp katılmayacağına karar verir.
4 – Maslahat Konseyi
1997 ‘de Humeyni’nin fermanı ile kuruldu.Amacı siyasal güçler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırmaktır.Maslahat Konseyi meclis ile Gözetici Konsey arasındaki anlaşmazlıkta karar verir.Yasaya göre Maslahat Konseyi başkanı cumhurbaşkanı olmalıdır,ancak 1997’de Hatemi cumhurbaşkanı olunca Rafsancani görevi ona bırakmadı ve Maslahat Konseyini kendisi yapmaktadır.Üye sayısı değişmekte ve dini lider tarafından atanmaktadır.
5 – Milli Güvenlik Konseyi
Amacı İslam devrimini korumak,milli menfaatleri temin etmek,ülkenin toprak bütünlüğünü ve milli egemenliğini sağlamaktır.Görevleri
1-Dini lider tarafından belirlenmiş genel politikalar çerçevesinde ülkenin güvenlik ve savunma politikasını belirlemek,
2-Siyasi, istihbarati,toplumsal,kültürel ve iktisadi çalışmaları ülke güvenlik politikalarına uydurmak
3-Dış ve iç tehditlere karşı ülkenin maddi ve manevi olanaklarından yararlanmak.

İRAN YARGI SİSTEMİ

Yargı sistemi İslam üzerine kurulmuştur.Yargının başı dini lider tarafından atanmakta ve denetiminde çalışmaktadır.Yargı Erki Başkanın görevi mahkeme teşkilatları kurmak,İslama uygun yasa tasarıları hazırlamak ve hakimler görevlendirmektir.5 yıl için seçilir.İran’da yargı yürütmeden bağımsız ve dini lider denetimindedir.
Diğer bir yargı kurumu Ülke Yüksek Divanıdır.Mahkemelerde kanunların sağlıklı uygulanması,yargıda birlik sağlanması ve Yüksek Yargı Konseyinin verdiği görevleri yerine getirmekle görevlidir.Ayrıca İran’da Halk mahkemeleri,devrim mahkemeleri,özel dini mahkemeler ve basın mahkemeleri vardır.

İRAN’DA SİYASAL PARTİLER

Anayasaya göre şu şartlarda parti kurulabilir:
1-Ülkenin bağımsızlığını zedelemeyecek,
2-Ülke menfaatlerine aykırı davranışlar yapmayacak ve yabancılarla,elçiliklerle ilişkileri olmayacak
3-Yabancılardan maddi destek almayacak,
4-Diğerlerinin meşru özgürlüğünü engellemeyecek,
5-İslam ilkelerini ihlal etmeyecek,
6-Silah taşımayacak
Bütün oluşumlar İçişleri Bakanlığından onay almak zorundadır.Şubat 2000 itibariyle 112 parti vardır.En önemlileri:Mücadeleci Mollalar Topluluğu,Birleşik İslami Topluluğu,İran İslami Katılım Cephesi,İslam Devrimi Mücahitleri Örgütü.

* Kırıkkale Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü 4. Sınıf Çağdaş Devlet Sistemleri Dersi – 21.12.2001 –

* ASAM Ortadoğu Araştırmaları Masası Kıdemli Araştırmacısı

Avrupanın İcadı – Gerard Delanty – Kitap Özeti
 
Görsel
 
Gerard Delanty‟nin analitik ve teorik bir şekilde kurguladığı “Avrupa‟nın İcadı” kitabı
Avrupa fikrinin, kendi kimliğinin aynasında her çağda nasıl inşa edildiğini anlatır. Avrup
a‟yı
kültürel bir kurgu olarak mercek altına alır ve Avrupa‟nın doğruluğu
aşikâr
bir varlık
olmadığını kanıtlar.
Delanty‟e göre Avrupa bir gerçeklik olduğu kadar bir fikirdir de. Ve
“Avrupa” tartışmalı bir kavramdır. Avrupa fikri, karmaşık bir uygarlığın m
erkezi ve
düzenleyici bir
metaforu
olarak, Avrupa kültürünün kendi çelişkileri ve çatışmaları ile olan
mücadelesini açıklar.
Kitabın temel iddiası
;
Avrupa fikrinin sömürgecilik çağında, Batı‟nın Doğu ile karşı karşıya
gelmesiyle birlikte
,
en kalıcı ifades
inin bulduğudur.
Çünkü
Avrupa kimliği büyük ölçüde
diğer uygarlıklarla karşılaşarak şekillenmiştir. Avrupa, kimliğini kendinden değil, bilakis
küresel karşıtlıklar kü
mesinden almıştır. “Kendi” ve “ö
teki” ayrımını
destekleyen söylem
içinde Avrupa ve Doğu, A
vrupa tarafından tanımlanan uygarlığa dair değerler sisteminde
karşıt kutuplardır. Ve
Yazar‟ın
kitaptaki bir başka iddiası ise Avrupa fikrinin kültürel
yapısının
,
siyasi bir yapının parçası olmaya başlayınca bölücülüğe dönüştüğüdür. Bu kitabın
amacı ise
;
A
vrupa fikrinin negatif anlamlar içeren bir fikir olduğunu göstermek değildir.
Yazar
,
kültürel bir kavram olarak Avrupa fikrinin terk edilmesi gerektiğini önermez.
1. Bölüm: Avrupa Karmaşası
Avrupa fikri genellikle kozmopolit bir birleşme fikri ve ulus
de
vlet
şovenizminin
alternatifi
olarak görülür. Yaşanan dünyanın dilimi ve
büyük
topluluğun keşfi yoluyla devletle
topluluğunun makro
boyutu üzerindeki mücadeleyi yansıtır. Makro seviyede ekonomik ve
küresel
çerçeveleri, yaşam dünyasının kültürel anlamda yen
iden üretimine bağlayan ve
bunların idari kapasitesini arttıran birleştirici bir unsurdur.
Yazar‟a
göre bu fikir, seküler ve teritoryal devlet politikalarını meşrulaştırmanın bir yolu
olarak kullanılmıştır. Ve bu fikir
,
iktidar stratejisinin takibini meşr
ulaştıran bir meta
norm
şeklinde hizmet eder ve farklılaşma ve soyut özellikleriyle belirginleşen modern toplumun bir
temsilcisi olur.
Avrupa, kimlik
inşa süreçleri için düzenleyici bir fikir, toplumun kültürel bir
modeli ve kolektif kimliklerin bir odağıd
ır. Ayrıca Avrupa fikri, bir düşünce ve kimlik
olmanın ötesinde jeopolitik bir gerçekliktir. Ama bu fikir görünüşte jeopolitik bir
kavram
olsa
da, gerçekte kültürel bir yapı ve kurgudur. Bu yüzden bu fikir evrensel geçerlilik iddiasında
bulunamaz.
Delanty
‟a göre “Avrupa kimliği” ise; ulusal kültürlerin ve karşıt kolektif kimliklerin açıkça
çözümlenmemiş çatışmaları tarafından belirlenen kuşkulu bir kurgudur. Kimlikler devlet,
cinsiyet, kilise ve etnisiteyi temel alarak somutlaşır ve kökleşir. Kimlik
,
payla
şılan yaşam
dünyasından kaynaklanan
aidiyet
ve dayanışma duygusuyla tanımlanmak yerine, “ötekine”
karşıtlık üzerine odaklanır. Kendi ve öteki arasındaki bu ayrışma ise Avrupa kimliğinin
oluşumunda oldukça önemlidir. Yazar
a göre kimlik konsepti, kimliğin
i
mkân
tanıdı
ğı ölçüde
farklılaştırılmalıdır
ve
kişisel ve kolektif kimlikler birbirinden ayrılmalıdır. Kolektif anlamda

Avrupa kimliği ise, 16. yy.dan beri var olduğu halde, kişisel kimliğin bir parçası olarak,
aydınlanmadan beri tedrici bir şekilde
evirile
n
bir olgu olarak 18. yy.ın sonlarına gelinceye
kadar mevcut değildir. Ve esas olarak Avrupa fikri üzerinde odaklanan, ama aynı zamanda
kişisel kimliğin de temelini oluşturabilecek kolektif bir kimliktir.
Ama Yazar‟a göre Avrupa ne bir fikre, ne bir kimli
ğe ya da realiteye indirgenemez. Gerçek
olan
,
içinde fikir ve kimliklerin şekillendirildiği ve tarihsel gerçekliklerin oluşturulduğu
söylemdir. Bu söylem ise (Avrupa Söylemi) fikirler ve ideallerin oluşturduğun büyük ve
karmaşık bir yapıyı temsil eder. Ve
güçlü bir ideolojik karaktere dayanır. Böylece Avrupa,
hegemonik kültürel söylemin bir parçası olur.
 
2. Bölüm: Avrupa Fikrinin Kökenleri
G. Delanty, “Avrupa Fikrinin Kökenleri” bölümünde, Avrupa fikrinin tarihi, coğrafi bir kurgu
olarak ve kültürel
polit
ik bir fikir olarak işlevlerinin arasındaki gerilimi gösterir. Klasik
dönemden Ortaçağ‟a uzanan Batı toplumundaki özel bir iktidar söyleminin
,
diğerleri üzerinde
bir ayrıcalığa
neden
olmasına yol açan kavramsal sınırlamaların doğuşu ve gelişimi üzerinde
od
aklanır.
Yazar‟a göre bu söylem, Doğu
Batı”
düalizmi
ve “Biz
Onlar” kutuplaşm
ası çerçevesinde
kavramsallaşır
ve
merkez olma varsayımı ile kökleşir. Avrupa merkezciliğinin kökenleri,
kültürel bir model olarak, Avrupa fikri üzerinden ziyade, merkezin gücünü
pekiştiren bir
söylemin yapıları üzerine dayanır. Modern zamanların öncesinde bu söylemin en önemlisi ise
Hıristiyan
Âlemi
” söylemidir.
Antik dönemde Avrupa fikri görece olarak önemsizdir ve 7. yy.da, y
a
ni İslam dininin
doğuşuna kadar, Antik dönem uygar
lıkları Avrupa kıtasını temsil etmemiştir. Bir coğrafi
varlık olarak Avrupa, Akdeniz kültürünün önemsenmesinin bir ürünüdür. Avrupa fikri,
İslam‟ın doğuşuyla Ortaçağ boyunca
Hıristiyan
Batı fikri ile bağlantılı olarak,
biz
ve
onlar
olgusuyla, günden gü
ne yükselen İslamiyet‟e karşı hegemonya kurma işlevini ve
misyonunu yüklenir.
Yazar‟a göre Avrupa fikri, Antik dönemde çok az şey ifade eder. Bu fikir ise mitler ve
efsaneler dünyasına ait bir kavramdır. Ayrıca Avrupa bir “kız” ismidir. Avrupa‟nın Yunan
k
ökenlerine dayandığı tezi
,
gerçekte
,
Antik dönem sonrasının icadıdır ve Bernal‟in tezine
göre, karşı devrimci entelektüellerin, köklerini Doğu‟ya dayandırmaktan ziyade, Antik
Yunan‟ın dayandığı bir Avrupa kültürü oluşturma çabasından kaynaklanmıştır. Doğu
Batı
düalizmi
mantığından, bu dönemde Avrupa Yunanistan‟la, Asya İran‟la kimliklendirilmiştir.
Ama
Antik zamanların sonrasında Asya (İran) Avrupa (Yunanistan) kavramlaştırması yerini
,
Avrupa, Asya ve Afrika‟ya bırakacaktır. Yazar‟a göre Antik Dönem‟de Avr
upa fikri, Batı
(Occident)
kavrayışının
güdümü altındadır. Bu
kavrayış
nosyon
ise ilk defa Doğu Akdeniz‟i
ifade etmek için kullanılmıştır. Bu haliyle Batı, bu dönemde
Büyük
Yunan dünyası anlamında
kullanılırken, Avrupa fikri daha çok coğrafik bir kavramdı.
Ve Batı, bilinmeyen bir batı
okyanusundaki cennetin merkezi olarak vasıflandırılı
r
.
Roma döneminde Avrupa, İskandinavya hariç
,
Avrupa kıtasının (şimdiki) çoğunu kapsayan
bir coğ
rafi bölgeye tekabül etmekteydi
ve
henüz siyasallaşmamıştı. Bu dönemde Roma e
tnik
merkezciliği, Avrupa fikrinden ziyade dünyanın merkezi olarak gördükleri Roma mit ve
efsanelerine dayanmaktaydı.
 
Antik dönemde Avrupa fikri, “Batı” kıtasını tanımlamaktan ziyade, kapalı bir anlam
içeren
ve
karanlığın ya da batan akşam güneşinin vatan
ı anlamındaki (Occidente Batı)‟i ifade ediyordu.
Ama Occiddent bu dönemde birleştirici bir unsur değildi.
Yazar‟a göre 7.
yy.dan
sonra Avrupa fikri, İslam‟a karşı
rağmen
oluşmuştu. 732‟de Tur
Savaşı ile Batı‟da düşmanı sembolize eden bir kimlik oluşmaya ba
şlamıştır. Bu savaş, proto
kültürel bir fikir olarak Avrupa‟nın gelişiminde, “Haç ve Hilal” ekseninde
Hıristiyanlar
ile
İslamiyet‟in çatışmasından ve Avrupa
merkezli dünya perspektifinin oluşmasından önemli bir
rol oynamıştır.
Haliyle İslamiyet‟in giderek
güçlenmesi Batı‟nın savunma durumuna geçmesine sebep oldu.
Bu dönemde (
650
750
) Batı İslamiyet‟in fetihleriyle şekillendi. Söz edilen Avrupa
kimliliğinin şekillenmesinin miladı 5. yy.dan ziyade 7. yüzyıllardır.
12. yüzyıla gelindiğinde
Hıristiyanlık
Mağri
p‟te ortadan kalkmış, durdurulmuş, geri
püskürtülmüş ve Latin Batı, Yunan Doğu arasında sıkışıp kalmıştır. İslamiyet‟in Avrupa‟da
yaptığı fetihler,
Hıristiyan
olmayan dünyaya karşı bir bütün olarak
Hıristiyan
Dünya‟ya
Avrupa kimliği hissini ve
aidiyetini
k
azandırmıştır.
Hıristiyanlık
, Roma‟nın gerilemesiyle
güç kazanmış
, esasında 8. yy.da ve sonrasında
Avrupalılaştırılmıştır. 15. yüzyıla gelindiğinde “Avrupa kelimesi” çok
nadir
kullanılmıştır.
Müslümanların ilerleyişi, Avrupa‟nın sınırları ile H
ı
ristiyanl
ı
ğın
, Ortaçağ Avrupa‟sı da etkin
ve teritoryal dini haline gelmesine sebep olmuştur. Artık Hz. İsa (a.s) Avrupalılaştırılmış, Haç
Avrupa egemenliğinin evrensel sembolü haline gelmiştir. Sonuç olarak 10. yy.da Avrupa
fikri, salt coğrafi ifade olmaktan çıkıp
, siyasi kullanımları olan kültürel bir fikre dönüşmüştür;
ama Avrupa fikri henüz Avrupa kimliğinin temeli olarak istikrar kazanmamıştır.
 
3. Bölüm: Avrupa’nın Batılılaştırılması
Yazar bu bölümde
,
Avrupa kimliğinin hangi aşamada,
Hıristiyan
Âlemi‟ne
karşıt
olarak
Avrupa fikrine
odaklaştığını
ve Avrupa fikrinin güçlendirilmesi ve bu fikre dayalı bir kimliğin
oluşturulmasını irdeler. Bu bölümde Yazar
,
Avrupa fikrinin nasıl bir coğrafi içerikten kültürel
bir fikre, iki değişik kimlik halinde ortaya çıktığını a
nlatır. Birincisi
;
bu kimlik İslam
Uygarlığı ve 1453‟te İstanbul‟un fethedilmesiyle şekillenmiş; İkincisi
;
Batı‟da
1492 yılında
Avrupa‟nın, dünya sisteminin yükselen deniz güçlerine ulaşmasıyla olmuştur. Bu iki model
ise iki devlet şekli olarak yansımıştır
.
Avrupa batılılaşmasına teorik perspektiften bakıldığında
, Avrupa,
Haçlı Seferleri istenilen
başarıyı sağlamayınca, Avrupa kimliği
,
düşmanlığını İslam‟a yöneltti. 15. yy.ın sonuna kadar
bu fikir coğrafi bir ifadeydi ve
Hıristiyanlığın
güdümündeydi 17. yü
zyılın sonuna kadar ise
Avrupa düşüncesi, Avrupa değerleri olarak kabul görecek bir sistemle bağlantı içerisine girdi.
Böylece Avrupalı olmayan güçlerle yüzleşme, Osmanlı yayılmasına karşı gösterilen direnç,
Avrupa fikrini bir Avrupa kimliğinin kurgulanmas
ında odak haline getirdi. Ve bu fikir,
Avrupa‟yı coğrafi bir alan olmasıyla değil, uygarlığa dayalı değerler sistemiyle tanımlayan bir
Avrupa kimliğine dönüştürdü ve Avrupa fikri bu dönemde
Hıristiyanlığın
yerin aldı. Bu
dönemde Ortaçağda üstünlük söylemi,
İslam‟a karşı
Hıristiyanlık
söylemiyken, bu karşıtlık
,
modern dönem ile yerini doğa üzerine uygarlığın zaferi
söylemine bıraktı. Karanlık Çağ
lar
boyunca (4.
yy
9
. yy) Avrupa, İslam‟a karşı duracak güçten yoksundu. Ortaçağ ile
Hıristiyan
Âlemi
, feodal üret
imde ileri bir adım atabilmiş, bu adımla Avrupa‟nın nüfusu iki katına

çıkmış, ticaret gelişmeye başlamış, 500 civarında politik kurum oluşmuş ve bu gelişmelerin
etkisine Doğu karşısında güçlenmeye başlamıştı.
Delanty‟a göre Avrupa kimliği bakımından önemli
olan,
t
eritoryal gelişmeden ziyade bir iç
homojeniteydi. Bu anlamda
Hıristiyan
cemaati düşüncesi
,
Ortaçağ krallıklarında kültürel
birliktelik için iyi bir ortam oluşturmuştu. Merkezi olarak örgütlenmiş ve militan piskoposluk
tarafından güçlendirilmiş Avru
pa, Müslüman Doğu‟ya karş
ı yeni bir karşı
atak geliştirebilirdi
.
Sonuçta meydana gelen “
mücadele ideolojisi” Avrupa kimliğini bütünleştirici bir unsur
haline
ge
tir
di. Bu homojenitede Haçlı Seferleri, sonraları Avrupa kimliğinin çekirdeğini oluşturacak
etni
k ve kültürel homojenleştirici kimliğin oluşumunu şekillendirdi.
Yazar‟a göre Avrupa kimliğinin kökenleri 16. yy.da
Türklere
karşı verilen mücadelede
bulunabilir. Bu mücadele, kolektif birliktelikten öte, dışlama ilkesinden başlanan bir bilinçtir.
Bu ki
mlik, 1571‟de İnebahtı Deniz Savaşı ile Osmanlı‟nın denizlerdeki
hâkimiyetinin
ortadan
kalkmasıyla tebarüz eden ve Avrupa kimliğinin ırkçı
kavrayışa
zemin hazırlayan bir kimlikti.
Bu
dönüşüm ile Avrupa
,
kendini coğrafi bir alan olmaktan çok, bir değerler s
istemi olarak
sunmaya başladı.
Avrupa‟nın batılılaşması bağlamında 1492 Avrupa kimliği için kilit noktalardan biridir. Bu
tarihte, Müslümanların Avrupa‟daki son toprağı Granada geri alınmış, Yahudiler İspanya‟dan
sürülmüş ve Müslümanlar
Hıristiyan
olmaya z
orlanmışlardı. Bu durum, Avrupa‟da saf kan
öğretisinin ortaya çıkmasını sağladı. 1492‟de ayrıca, “
Yeni Kıta
”nın keşfi
,
Batı için yeni bir
efsanenin başlangıcı oldu. Artık 1492 ile birlikte Batı düşüncesi dış dünyaya açılan bir hareket
olmaya başladı.
Sonu
ç olarak,
Batı
ile Doğu arasındaki temel farklılık Batı‟nın, Doğu‟ya nazaran daha
gelişmiş olmasıdır. Bu süreçte Batı Avrupa gelişerek
Merkantilist
ulus
devletler kurarken,
Orta ve Doğu Avrupa ise tarım ile uğraşan çok
uluslu imparatorluklar halini aldı. V
e
Hıristiyan
Âlemi‟nden
Avrupa‟ya geçişte yaşanan kültürel değişim, çok daha üstün Batı
düşüncesinin tebarüz etmeye başladığı bir zamanda vuku buldu. Bu dönüşün sürecinde, kendi
ve öteki ikiliği, vahşi miti ve dâhili düşman
Yahudiler
fikri üzerine yerleş
meye başladı.
4. Bölüm: Avrupa’nın Sınırları
Bu bölümde Yazar, genel olarak, Avrupa‟nın sınırlarından özellikle de
Doğu
sınırlarından ve
doğu yönündeki fetih ve kolonileşme hareketlerinin Avrupa yapısının şekillenmesinde nasıl
bir rol oynadığından bahsetm
iştir. Avrupa‟nın
Doğu
sınırı,
Hıristiyan
Batı ve Müslüman
Doğu arasında sınır oluşturmaktadır. Ayrıca fikri Avrupa ve jeopolitik idare şekli olarak
Avrupa arasında her zaman uyuşmazlıklar olagelmiştir.
Yazar‟a göre Doğu Avrupa iki bölgeden oluşmaktadır.
Birinci bölge Batı Avrupa‟dan
ayrılanlar (Güneydoğu Avrupa
Balkanlar); ikinci bölge ise Rusya ve Türkiye‟dir. Buna
Polonya, Baltık Ülkeleri, Çekoslovakya ve Macaristan‟da dâhildir. Doğu ve Batı arasındaki
bu ayrılık Avrupa kimliğinin şekillenmesine etki e
tmiştir. Bu şekillenmede önemli olan ise
merkezin güçlü bir siyasi ve ekonomik kontrol sistemi koymak için çevreye nüfuz
edebilmesidir.
Delanty‟a göre Avrupa‟nın doğu sınırı, en değişken olanıdır. Avrupa‟nın
Kuzey
sınırı
Kuzey
Buz Denizi
Baltık Denizi; Gü
ney Sınırı ise Ural Dağlarından, Ren nehri‟ne ve Hazar
Denizinden Karadeniz ve Ege Denizi‟ne kadar uzanan bir bölgedir. Balkanlar ise Avrupa‟nın

5
en stratejik sınırını oluşturmaktadır. Balkan sınırı, Batı Avrupa‟nın Müslüman Doğu‟ya karşı
son savunma hattıd
ır ve Avrupa
hâkimiyeti
için verilen mücadelenin etnik gerilimlerle,
milliyetçilik ve bağımsızlık fikri akımları ile kendini gösterdiği bölgedir.
Avrupa‟nın, Almanya ve Rusya arasında kalan yerleri ise Slavların, Polonyalıların (Lehler) ve
Slovakların Orta
doğu, Avrupa ve Rusya arasında sıkıştıkları yerlerdir.
Avrupa kimliği açısından, Müslümanlara ve Moğollara karşı oluşturulan
Biz
ve
Öteki
metaforu
, kimliğin şekillenmesinde temel unsurdur. Yazar‟a göre Avrupa‟nın geleneksel
sınırı Ural Dağları‟dır. Ural D
ağları ise 16. yy.a kadar Batı tarafından bilinmemektedir.
Avrupa Kimliğinin oluşma sürecinde Avrasya keşfedilmiştir. Avrasya terimi Rusya‟nın,
Urallar
ın batısında kalan bölgesi için kullanılmıştır. Rusya ise Avrupa kimliğinin inşa
sürecinde Asya ve Avrup
a‟yı birbirinden ayıran bir sınır olarak görülmüştür.
Avrasya terimi 20. yüzyılın başlarında oluşmaya başlamış, Rusya da, Batı karşıtı fikrin
doğuşunu ve Rusya‟nın Asya ve Avrupa arasında kalan bağımsız tarihi bir gerçeklik olduğu
inancının ortaya çıkması
na neden olmuştur. Bu terim ilk olarak, Viyanalı bir jeolog tarafından
Asya ve Avrupa‟nın bütününü tanımlamak için kullanılmıştı.
5. Bölüm: Modernite Döneminde Avrupa
Yazar bu bölümde Avrupa fikri üzerinde yoğunlaşmış, Rönesans, Reformasyon ve
Aydınlanma,
milliyetçiliğin ve romantizmin Avrupa fikri üzerindeki etkilerini irdelemiştir.
Avrupa fikri 15. ve 16. yy.ın bir üründür. Bu fikir, Batı‟nın kültürel modeli haline gelmiş ve
gittikçe Avrupa modernliği ile eşanlamlı hale gelen ilerleme fikri üzerine odak
lanmıştır. Bu
ise Aydınlanma‟nın bir başarısıydı. Fransız Devrimi ise Avrupa fikrinin somutlaşmasıydı.
Yazar‟a göre Avrupa fikri; sömürgecilik savaşlarının sürdürülmesini nadiren engelleyen bir
unsur olmaktan ziyade siyasi bir birliğe işaret etmekte ve ul
uslararası bir uygarlık normu
olarak devletler federasyonunun ve ulus
devletin kurumsallaştırılması arasındaki çatışmada
bir düzenleme aracıydı.
Avrupa kimliğinin ve fikrinin şekillenme sürecinde önemli aşamalardan birisini Rönesans ve
Reform hareketlerin
i oluşturmaktaydı. Rönesans, 1640 İngiliz İç Savaşı, 1688 Şanlı Devrim
ve
1618
48
Otuz Yıl Savaşlarını ve Avrupa‟nın sekülerleşmesini şekillendiren büyük olaylar
dizisiydi ve Rönesans, yeni ve kalıcı bir Avrupa kimliği duygusuna geçişi şekillendirmiş,
“Avr
upa” kavramının kullanım sıklığını önemli ölçüde arttırmıştı.
Reformasyon hareketleri ise, Avrupa‟yı, Protestan Kuzey ve Katolik Güney arasında
bölerken,
Hıristiyanlığın
, kültürel kimliğin ana kaynağı olma konumunu sürdürmüştü. 16.17.
yüzyıl Rönesans ve Re
form hareketleri ile Avrupa fikri popüler bilince
dâhil
oldu ve Avrupa
fikri için gerekli olan seküler kimlik oluşumu başlamış oldu. Bu seküler kimlik oluşumu ile
din, bir ulusal kilise içinde kurumsallaşmaya başladı ve din, toplum hayatının diğer
alanları
ndan ayrılmış oldu. Bu ayrılma ise siyasi bir zorunluluktu.
Rönesans ve Reformasyon dönemi, Avrupa fikrinin güncellik kazanmasına ve Avrupa siyasi
düzeninin yeni ütopyacı
gösteriminin
temelini oluşturmasına rağmen, Aydınlanmanın
evrenselliği, tek başına, g
üçlü bir Avrupalılık duygusunu ortaya çıkaramadı.

6
Fransız ihtilali ise, Avrupa‟ya ortak bir kimlik duygusu kazandırdı; ama İh
tilal, Fransız
imparatorluk progr
amınına dönüştürüldüğü, 1793‟te başlayan devrimci savaşlar Batı ve Doğu
Avrupa arasında büyük bir
ihtilafın doğmasına yol açtığı ve ihtilalin ruhu, toprağa dayalı yeni
milliyetçilik fikrinin önünü açtığı için kalıcı bir Avrupa kimliği için temel oluşturamadı.
İhtilal‟in fikirleri, ayrılıkçı bir milliyetçilik yönünde gelişim seyri izlemedi; ama ulus
de
vletlere dayalı bir Avrupa düzeninin kurulmasına temel teşkil etti.
Rönesans‟tan
Aydınlanmaya doğru
evirilen
bir Avrupa nosyonu oluştu. Bu
kavrayış
ise,
Hıristiyan
hümanist
ideal
ve akıl, ilerleme ve bilime dayalı evrensel değer sistemine duyulan
inançtı.
Avrupa nosyonunun idealleri ise Avrupa kimliğinin özünü oluşturmuş, modernlik
fikrini somut kılmıştı.
Yazar‟a göre milliyetçilik, geleceğe bakan politik bir düşünceydi; ancak
romantizm
, geçmişe
bakan ve siyasi olmayan bir hareketti. Romantizm; geçmişin dev
rimsel formunun yeniden
keşfine dayanan ve kişisel söylemleri yücelten bir kavramdı.
Delanty‟a göre her çağ ve her ulus kendisini, kendinden önce olup bitenlerle tanımlamıştır.
Geçmişle yapılan bu tanımlamada sürdürülen şey geçmişten ziyade,
icat
edilmiş b
ir geçmişti.
Avrupa kültürel geleneği ise, geriye dönük ve geçmişte yaşananları da içine alan bir bakış
açısıyla
icat
edilmiş ve Avrupa ise, kendine has kültürel yapıtlarıyla kimliklendirilmişti.
Yeniden keşfedilmeye
başlanan geçmiş, Avrupa Restorasyonunun bir ürünüydü. Ve
Rönesans, Aydınlanma ve bunların getirdiği idealler, Avrupa‟ya kendi kimliğini

kazandırmıştı

6. Bölüm: Doğu’nun Aynasında Avrupa
Bu bölümde yazar, Batı uygarlığının bir ifadesi olarak Avrupa fikri
ni inceler.
Yazar‟a göre, Avrupa kimliği, Batı ve “
diğer
” uygarlıkların karşılaşma süreçleriyle
şekillenmiş ve kimliğini küresel karşıtlıklar kümesinden almıştır. Avrupa bilinci ise dünya
uygarlıklarının çatışma ekseninde oluşmuş, ırkçılıkla ve Batı‟nın em
peryalist misyonuyla
yakın bir ilişki içinde olmuştur.
Bu süreçte Avrupa, kendi kimliğini oluşturması için bir “öteki” olarak doğu‟yu
icat etmiş ve
Doğu‟nun kendisin,
Batı perspektifi ile algılamasını istemiş
[romantizm]
ve zorlamıştır.
Avrupa kimliği, Do
ğu
Batı antitezi üzerine kurulmuş, İslami
Dünya
, düşman bir siyasi
ideolojik yapı, farklı bir uygarlık ve yabancı bir ekonomik bölge olarak görülmüştür.
Yazar‟a göre, 19. yy.da Doğu‟nun, Batı tarafından gençleştirilmeye ihtiyacı vardı. Doğu
ölmekte olan b
ir kültürdü ve Batı‟nın müdahalesiyle kaybolan uygarlık duygusunu yeniden
oluşturması gerekiyordu. Bu ise “Beyaz Adam”ın göreviydi. Beyaz Adam‟a göre Avrupa
ideal bir dünya uygarlığıydı ve görevi dünyayı uygarlaştırmaktı.
Sonuç olarak; ırkçılık, Avrupa kim
liğinin özünde yer almakta ve bu kimlik, şiddetten ve
kolonileşmeden ortaya çıkm
akta ve
Avrupa‟nın egemen kimliğini güçlendiren özgürlük,
ilerleme, medeniyet ve
Hıristiyan
“hümanizmi” gibi nitelikler, Avrupa ile Doğu arasındaki
ilişkide ikilik oluştur
makta
ydı.

7
7. Bölüm: Avrupa Kimliğinin Krizi
Delanty
,
bu bölümde
,
siyasi bir düzen olarak, sadece bir bölgenin değil, aynı zamanda
kültürel ve politik bir düşüncen
in karşılığı olan
Mitteleuropa
ın başlangıç noktasını inceler ve
mitteleuropa
düşüncesinin, anti
semitizm, pengermenizm siyasetleri ve Alman yayılma
politikasını
n hayaletinden kolayla ayrılama
zlığını tartışır.
Mitteleuropa
kavramı sadece Batı Avrupa‟nın doğusunu ve Doğu Avrupa‟nın Batısını değil,
aynı
z
amanda kimlik kurma planlarında siyasal bir ideo
loji olarak kullanılmış ve Almanya ve
Hasburg İmparatorluğundan oluşmuştur. Ayrıca
mitteleuropa
Avrupa‟da Alman
yayılmacılığının meşrulaştırmasında ideolojik bir araç olmuş ve pek çok kişi tarafından
desteklenen ekonomik bir birlik anlayışını içermiştir.
Polonya, Rusya, Macaristan, Çekoslovakya ve Kuzey İtalya‟da yaşayan Almanlar,
Mitteleuropa fikrinin en büyük savunucuları olmuşlardır. Uzun bir süre bu ideoloji ve coğrafi
düşünce, faşizm ve anti
semitizm
ile eş zamanlı olarak yürütülmüş, nasyonal Sosyaliz
m
tarafından sonlandırılmıştır.
Yazar‟a göre Avrupa kimliğinin oluşma süreci de, uygarlık fikri 20. yy.a kadar yaşamamış ve
barbarlığa dönmüştür. Avrupa kimliği ise savaşl
ar arası yıllarda kültürel bütün
selliğin ve
çöküşün simgesi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde sanat ve edebiyat alanındaki modernist
hareketler, Avrupa‟ya bir kimlik kazandırma çabası içinde olmuştur. Faşizmin Batı Avrupa‟da
yayıldığı 25 yıl içinde Avrupa fikri yani bir boyut kazanmış ve totaliter ideolojilerden ve
eylemlerden ayrı düşün
ülmemiştir.
8. Bölüm: Soğuk Savaş Kurgusu Olarak Avrupa
Yazar bu bölümde, Batı ve Doğu arasında oluşan çift kutuplu dünyada, Soğuk Savaş‟ın,
Avrupa kimliğinin oluşumundaki rolünü tartışmıştır.
Yazar‟a göre Avrupa kültürel de bir yapıdır. 20.
yy.da
“Batı”
kavramı, Avrupa fikrinin
oluşumuna gölge düşürmüştür. Batı, 20. yy
.
ile birlikte artık sadece Avrupa anlamına
gelmemiş ve ABD‟nin de
dâhil
olduğu Mega
Batı ve Mega
Doğu karşı karşıya gelmişti. Bir
Soğuk Savaş yapısı olarak Avrupa fikri, sürekli savaş hazı
rlığı içine olan bir politik sistemde,
savaşın meşrulaştırılması anlamına gelmekteydi.
II. Dünya Savaşı‟ndan sonra, Batı‟ya yeni eklemlenen ABD, eline geçirdiği dünya liderliğini
daha da sağlamlaştırmak için, uydurdukları efsane ve söylencelerle, kendileri
ni Avrupa‟nın
esk
i
uygarlığının
bir parçası olarak gösterme çabası içine girdiler. ABD‟ye göre Avrupa,
kendisinin geçmişinin mümessiliydi ve “sınırsız Batı” fikrini destekleyen artık Avrupalı Batı
değil, “Amerikalılaş(tırıl)mış Batı‟ydı.
ABD‟nin gerçekleş
tirmeye çalıştığı Batı inşası ve Avrupa‟nın romantikleştirilmesi çabası,
Batı ve Doğu arasında açık bir
küresel
karşılaşma alanı sağladı. Global karşılaşma alanı
olarak adlandırılan Soğuk Savaş, şüphesiz ki 20. yy.da Avrupa Kimliği‟nin en önemli
belirleyic
i unsuruydu. Soğuk Savaş‟ın en önemli sembolü olan Berlin Duvarı ise, Batı ve
Doğu arasında yüzyıllardır süren mücadelenin ve Avrupa‟nın içten bölünüşünün en somut
örneğiydi.

8
II. Dünya Savaşı‟ndan sonra tebarüz eden Soğuk Savaş Batı ve Doğu arasında yüzyıl
lardır
süren düşmanlığa yeni bir boyut kazandırdı. Bu yeni boyut, Üçüncü Dünya üzerinde
egemenlik kurma idi. 1943‟ten sonra ulus
devletler artık Avrupa fikrinin referans noktası
değildi. Artık Avrupa yeni kurumlarıyla (AEİÖ, EEC, vb) ve örgütsel yapılarıyl
a (
Başkent
:
Bürüksel) yeni bir siyasi kimliğin merkezi olmaya başlıyordu. 1989 yılına
Berlin Duvarı‟nın
yıkılışına
gelindiğinde ABD‟nin de
dâhil
olduğu liberal ve demokrat Batı anlamında Avrupa
yıkıldı.
9. Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Avrupa
G. Delanty,
“Soğuk Savaş Sonrası Avrupa” bölümünde, Soğuk Savaş‟ın sona ermesi ve
Berlin Duvar‟ının yıkılışının beraberinde getirdiği sonuçların, Avrupa kimliğini nasıl
etkilediğini incelemiştir.
Soğuk Savaş‟ın sona erişi, blokların çözülüşü ile birlikte Batı ve Doğ
u arasındaki kutuplaşma
yerini Kuzey ve Güney arasındaki kutuplaşmaya bıraktı. Berlin Duvarı‟nın yıkılışı ile birlikte
Avrupa fikri, artık Batı için kültürel bir referans olmaktan çıktı ve 1990‟lı yıllardan itibaren
“Avrupa” kavramı üzerinde artan bir vurg
u söz konusu oldu.
1989‟dan bu yana Avrupa kimliği, siyasi belirsizlikten dolayı bir kesinlik içermez. Ama
Blokların çözülüşüyle Doğu Avrupa‟da yaşanan karışıklık, Avrupa kimliğinin yeniden
yapılanmasına tanıklık etmiştir. Avrupa
kimliğinin
yeniden yapılan
dırılmasında en önemli
gelişmelerden birisi, eski Doğu Avrupa için yeni Avrupacılık hareketlerine duyulan ihtiyaçtı.
Avrupacılık, komünizmin
hâkimiyeti
altında,
burjuvazinin çöküşünü simgelese de,
günümüzde eski komünist ülkelerin siyasi yaşamından en önem
li konuyu oluşturmuştur.
Avrupacılık örneğinde olduğu gibi, 1989 sonrasında Avrupa hızla yeni tanımlamalarla yüz
yüze gelmişti. Bu anlamda “yen
i
den Avrupalılaşma” ve “Sovyet sisteminden kurtulma”
anlamında
Orta
Avrupa
Projesi
, bu yeni tanımlamalardan biriy
di.
Orta
Avrupa
fikri sadece
gelecek için bir ütopya değil, aynı zamanda geçmişin bir nostaljisiydi.
Orta
Avrupa
Projesi
,
potansiyel olarak tehlikeli bir tutkuydu ve demokratik reformizmi çarpıtan milliyetçi
fikirlerden ayrı tutulmamalıydı.
Yazar‟a göre So
ğuk Savaş‟ın sona erişinin, Avrupa ölçeğinde 3 önemli sonucu olmuştur.
Birincisi; Avrupa milliyetçiliğinin yükselişi, bölgesel milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasına
zemin hazırlamış; ikincisi, birçok Batı Avrupa ülkesinde siyasi liderliğin kaybedildiğin
e dair
bir algılama
oluşmuş
ve son olarak
;
Doğu Avrupa‟dan büyük göçle yaşanmıştı.
Soğuk Savaş‟ın miras bıraktığı krizleri aşmak, kapitalist sistemde yaşanabilecek olası
bunalımların önüne geçmek ve üye devletlerin ortak hedeflerine ulaşmak için
Avrupa
Bi
rliği
fikri düşünülmüştür. Ve
Birleşmiş
bir
Avrupa
, barışçıl Avrupa işbirliğinin garantisi olarak
tasavvur edilmiştir. Sonuç olarak AB, giderek Müslüman Dünya‟ya ve
Üçüncü
Dünya’
ya
karşı beyaz burjuva popülizmi
(
ucuz halkçılık
)
haline geldi. Az gelişmiş ül
kelere ve

Müslüman Dünya‟ya duyulan hasımlık, yeni hayaletlerin ortaya çıkmasına neden oldu.

 
 
SONUÇ
Sonuç olarak;
1. Bu kitapta
;
tartışmanın genel hareket noktasını, pek çok Avrupa‟nın olduğu bugün bu
Avrupalardan sadece birinin
hâkim
olduğu ve
hâkim
ola
n bu Avrupa
nın
da kapsayıcı
olmaktan çok dışlayıcı bir özellik taşıdığı iddiaları oluşturmuştur.
2.
Avrupa fikrine
küresel
bir bakış açısından bakılması gerektiğine vurgu yapılmıştır.
3
. Yazar
ın kitapta yıkmaya çalıştığı Avrupa fikri
,
Birlik
kavramına
dayanan Avrupa fikri ile,
modernleşmeyi model alan Avrupa fikridir.
4. Günümüzde Avrupa eski dönemdeki düşman takibinden vazgeçmemiştir.
5. Artık Soğuk Savaş‟ın sona erişiyle artık Doğu‟ya karşı Batı değil, Güney‟e karşı Kuzey
problemi vardır.
6. Avrupa
söylemi yeni taleplerin eklemlenebileceği bir
mekân
olarak görülebilir. Bundan
dolayı basit mantıklı Avrupa‟ya muhalefet hareketi anti
demokratik olarak da görülebilir.
7. Bu kitapta; Avrupa‟nın birleşmesi idealinin aslında, teoride ya da pratikte, ulus
devleti
alternatif oluşturmadığı göstermeye çalışılır.
8.
Avrupa milliyetçiliğe alternatif değil, bilakis ulus
devletin hegemonyasının
pekiştirilmesinden ibarettir. Ve somut bir varlık olarak Avrupa ulus
devlet olmaksızın hiçbir
anlam ifade etmez.
9. Yaz
ar kitapta, Avrupa‟nın dışarıya yansıtılmamış fikrinin tehlikeli bir fikir olduğunu
göstermeye çalışır. Ve Avrupa fikri, Avrupa tarihinin derinliklerinde yatan ön yargıları
somutlaştırır.
10. Avrupa‟ya kimliğini kazandıran
Hıristiyan
hümanist Batı ve Libe
ral Demokrasi gibi
fikirler Avrupa‟yı birleştirmede başarısız olmuşlardır.
11. Delanty‟e göre Avrupa fikri bu fikir adına yapılan zulüm, işkence ve şiddetten bağımsız
düşünülemez.
12.
Yazar‟a göre
tarih,
yeni bir “
kendi
” ve “
öteki
” ikiliğinin oluşumu şekli
nde bugüne
ulaşmıştır.
13. Avrupa
,
yüksek ideallere kadar geçmişteki başarısızlıklarını da yeniden yargılamalıdır.
14. Bosna‟nın bölünmesi ve parçalanması Avrupa‟nın başarısızlığının en uç noktasıdır. Ve
Avrupa kimliğinin yüzyıllardır temelini oluşturduğu
savaş psikozunun en belirgin
yansımasıdır. Çünkü Avrupa Birliği‟nin Bosna‟yı,
Hıristiyan
dünyasının karanlık güçlerince
yazılan korkunç kaderinden korumak için uyum içinde hareket etmemesi, Avrupalılığının
kolektif sorumluluk ve dayanışma kavramlarıyla ba
ğlantısı konusundaki başarısının diğer bir

ciddi ve vahim göstergesidir.

 
15. Yazar kitapta
,
Avrupa fikrinin çok
kültürlülükle ve ulus
ötesi vatand
aşlıkla
bağlantılandırılmadıkça, Avrupa kimliğinin bir siyasi kavram olarak şüpheyle karşılanması
gerektiğini
savunur.
16. Delanty‟e göre Avrupa
,
azınlıklara davranışı ve Avrupalı olmayan dünyaya karşı tavrını
yeniden yargılamalı ve gözden geçirmelidir.
1
7
.
Yazar‟a
göre, 21. yüzyılın problemi, vatandaşlığın nasıl algılandığıdır.
1
8
.
Kitlesel göç tehdidi ile kar
şı karşıya kalındığı günümüz dünyasında ulusal kimlik ve
vatandaşlık arasındaki bağ gittikçe güçlenmektedir. Ve ulus
ötesi vatandaşlık, ulusallığın
kısıtlayıcı kavramına bir alternatiftir. Ulus
ötesi vatandaşlığın özü, doğum ve ulusallık
tarafından değil,
bilakis ikamet parametresine bağlı olarak belirlenir.
Sonuç olarak; Avrupa fikri esas olarak jeopolitik varlığa dayanan kültürel bir fikirdir. Ve bu
fikrin politik bir kimlik olarak siyasallaşması, kaçınılmaz olarak, deforme olmuş ve gerilemiş
düşmanca bi
r değerler sistemine dönüşmesi sonucunu doğurur. Yeterli ve tatmin edici tek bir
Avrupa fikri mevcuttur; o da, ırkçılık karşıtı olan ve ulus
ötesi vatandaşlıkla özdeşleşmiş bir
Avrupa kimliğidir.
 
 
Eleştiri
Avrupa kimliğinin her dönemde nasıl inşa edild
iğini
irdeleyen
,
Avrupa‟yı
kültürel bir kurgu
olarak inceleyen ve
Avrupa‟nın
doğruluğunun mutlak olmadığını kanıtlamaya çalışan, fikrini
ve kimliğini “biz” ve “öteki”
“onlar” ve “öteki”
üzerine inşa eden Avrupa‟nın, Avrupa
fikrinin ve kimliğinin analitik,
hermönetik, teorik ve epistemolojik bir perspektifi olan, kendi
içinde zaman zaman tenakuza kayan noktalar olsa da, tutarlı bir yapı arz
etmeye çalışan ve
okuyucuya
, konu bütünlüğünün sağlanması anlamında, verilmek isteneni (teori, fikir ve idea)
sık sık
o bahsi geçen fikrin, ideanın ve teorinin tekrarı ile vermeye çalışan,
kendisi gibi olan
“Beyaz Adam”
ı, bazen istihza, bazen eleştirel bir bakış açısıyla sunmaya çalışan G.
Delanty‟nin bu emek yoğun çalışmasına bazı noktalardan eleştiri getirilmek gerektiğ
inde
, şu
noktalar göze çarpmaktadır. Ama bu eleştiriler, sadece “Avrupa‟nın İcadı” eserine değil,
aynı
zamanda Beyaz Adam‟ın günümüz Avrupa
sına da bir atıf olacak
tır.
Günümüzde
Batı / Avrupa / Avrupa Birliği, id
d
ia edildiğinin aksine
, bir „uygarlık‟
ın ür
ünü,
çok kültürlülüğün ve hoşgörünün merkezi olma
ktan çok,
uzlaşma yerine çatışmanın,
(kültürel
ve sosyal anlamda) bütünleşme
yerine
bölünmenin, kimlikleri ve medeniyetleri
birleştirmekten ziyade, eritmenin (melti
ng pot) ve ayrıştırmanın merkezleri
ve odak
noktalarındandır.
Bu özelliklerine rağmen
Batı,
“kendi” olmayan “öteki”
ne barışı, hoşgörüyü ve uzlaşmayı
getirdiğini iddia eder; ve refah ve istikrarı vaat eder. Oysa
vica
versa
‟dır.
Yazar
, modernleşme kavramı, aydınlanmanın idealleri ve Avrupa fikri ara
sında bir özdeşlik
kurmaya çabalar.
Oysa
İngiltere gibi pek çok Avrupa devleti,
Aydınlanmanın
ve Fransız
İhtilali‟nin
ilkelerine muhalefet ederek, modern dünyaya eklemlenmiştir. Bu ise
Yazar
açısından bir tenakuz
durumudur.
Yazar
, Avrupa fikrinin
,
Hıristiy
an Dünyası kavramının yerini alan seküler bir kavram halini
aldığını iddia eder.
Oysa Avrupa fikri
,
Hıristiyan Dünyası‟nın
sekülerleştirilmiş bir eşiti
dengidir. Aralarında bir kırılma
çatlak

yarık olduğundan ziyade, bir bütünlük vardır

Avrupalı Beyaz Ada
m‟a göre Doğu (özelde İslam) ilerleme ve rasyonellikten ziyade, bir ak
ıl
dışılığı ya
da gerilemeyi temsil eder. Çünkü Doğu, Batı‟nın koyduğu ilerleme ya
da
gelişmişlik kıstaslarına ya
da temayüllerine
uzak kalmıştır.
Ayrıca
Doğu rasyonel
de
değildir
Batı‟y
a göre. Çünkü inanç bakımından akıl dışılığa veya soyuta, yani istenirse varlığı ispat
edilebilen soyuta inanır
.
Çünkü Batı‟nın gelişmişlik veya çağdaşlık ölçütü
rasyonalizm,
seküle
rizm ve pozitivizmdir.
Kendi
si (Batı) ileri ve ak
ı
lcıdır. “Diğeri
” ise ge
rici, deli,
çılgın..dı
r. Çünkü kendisi akli bir hüccet üzere temellen
diğini iddia eder.
Soyutun somutla ya
da
akılla olan ilişkisini reddeder ve göz ardı eder.
Bence, ilerlemenin ve rasyonelliğin olmadığını iddia ettiği ve “kendi” varlığını kendine göre
ö
teki olan İslam‟a ya
da “öteki” hasımlara düşmanlık üzere kuran ve bunu yaparak içerdeki
safları düz ve sağlam tutmayı amaç eden
ve bunun için bir öteki inşa ederek tasavvur ettiği
Doğu
İslam
‟a, insanlığa
doğruluğu vaaz etmesi ve erdemliliği ve erdemli olu
nmasını
öğütlemesi için bir nasihatçi olarak gönderiler Son Peygamber‟in (SAV) ta yedinci yüzyılda
insanlığa sunduğu İslam
‟a ne sadece akılla, ne de sadece soyuta inanarak veya somutu göz
ardı ederek
intisap
edilirdi. Çünkü İslam ve onun itikad ve amel es
asları
,
sadece akli
veya
sadece soyuttan (vb.) ziyade
,
külli bir iman ve kavrayış
ı gerektirir ve bu kavrayış
ile
anlaşılabili
r.
 
Kişi
ise,
bu fehimin oluşumunda, hem dünyevi, hem uhrevi ontolojik varlığa haiz
epistemolojiyi bilerek inancının esaslarına im
an eder. Sözgelimi, İslam, esaslarının ilki olarak,
Bir Olan Allah‟a imanı şart koşar. Bu şartın ediminde kişi Allah‟ı sadece akılla ve
ya
aklı bir
yana bırakarak
,
sadece
soyut bir anlayış ile düşün
mez.
Onu her
boyut
ta kavramaya çalışır.
Bu çok boyutlu k
avrayışı mesela
Eğer
gökyüzünde iki tane ilah olsaydı, birbirleriyle iktidar
savaşına girerlerdi. Bu muktedir olma savaşında
,
o iki tanrıdan birisi güneşin sabah değil de,
ikindiden sonra doğ
masını
veya diğeri yağmuru gökten aşağı değil de yeryüzünden gök
yüzüne
yağmasını
isteyebilir.
Veya
eğer tek bir güç olmasa
bulutlar ve yıldızlar tepemize düşmez
m
i?
Yahu acaba
Güneş
ya
da
Ay
acaba yörüngelerinden niçin hiç sapma göstermez
veya
gökyüzünde
direkler mi var da tepemize yıkılmaz
?
Bunu yapan bir Rab ya
da İl
ah olmalıdır”
diye düşünerek
,
hem hem s
o
yut
olarak bir
ilaha
veya tanrıya, hem somut bir veri olarak
yıldıza, hem akli bir veri olarak
düzen sağlamada tekin iktidarlığına, her boyutta iman ederek
inanır.
Burada bütün yapılması gereken biraz tefekkür ve bir
az akletmedir
.
Yani
akli delile
dayanmadır.
Ayrıca
Akıl dışı olduğu iddia
edilen Doğu‟
da en çok üyeye sahip din olan
İslam‟ın Kutsal Kitab‟ı el
Furkan‟daki
(Kuran‟ın bir diğer ismi)
kelimeler dikkatli bir şekilde
incelenirse “
Onlar
akletmedi,
Niçin
akletme
zsizin
?
Niçin düşünüp, tefekkür etmez, ibret
almazsınız
?”
gibi kelimeler sıklıkla görülecektir.
Gerici olduğu iddia edilen Doğu (buna büyük bilge
Konfüçyüs[kung
fu
tzu]‟u da
dâhil
ediyorum)
veya indirilişinden buyan
a 1394 senedir İslam,
Bilge Muhammed Gaz
z
ali, Bilge
Farabi, Bilge İbn
i Sina, Bilge İbn
i Haldun,
Bilge
Konfüçyüs
ya
da
Avrupa‟nın
bilim ve
düşünce dünyasına bir devrim niteliğinde gire
n
Bilge
İbn
i Arabi (
Muhyiddin
Arabi)
vb.
onlarca
Bilgeyi
ve
Üstadı
insanlığa
sunmamı
ş mıdır
?
1394 senedir İsl
am
,
savaş yerine barışı
,
kan yerine saadeti, kin ve nefret yerine kardeşliği,
kötülük yerine iyiliği
ve erdemi s
alık ve referans vermemiş midir
?
Evet
, bana göre
de
Beyaz
ve
Siyah
adamın İslam
ı veya doğu
su
çağdışıdır. Çünkü Beyaz Adam‟ın
Avrupa‟sı
hep
katl
iamı ve gözyaşı, kanı getirmiştir. Çok kültürlülük ya
da evrensel kozmopolit bir düzen
iddiasında bulunan Batı
, kendi içinde Çingenelere veya diğer azınlıklara
,
göçmenlere (Paris
Olayları)
“uygar kültürlü”
Avrupa‟sında
ne kadar yaşam hakkı tanımıştır?
Ac
aba
Beyaz Adam Avrupa
‟sının
çağında veya çağlarında oldu
ğ
u gibi İslam‟ın yada
Konfüçyüs
öğretilerinin
hiç
Srebreniska‟sı
ve Hitler‟i olmuş
mudur
?
Vahşet boyutunda
düşünülürse, evet,
bu anlamda
çağdışı
dır
İslam ve Doğu.
Çünkü Doğu‟nun
ve Batı‟nın
İslam
ı,
ve
Doğu
ya
da yıllar önce insanlara kardeşliği öğütleyen Konfüçyüs
‟ün çağında veya
çağlarında toplu katliamları, diyotinleri olmadı. Bu anlamda onlar
çağlar ve zamanlar üstüdür.
Yazar, kendisi gibi
eurocentric
merkezli bakış açısına sahip Avrupalı meslekt
aşları gibi,
Osmanlı
İmparatorluğunu
ilgilendiren konularda yada bahsi geçtiği cümlelerde (1923‟ten
önceki tarihi kastedediyorum)
oryantal bir şekilde “
Osmanlı, Osmanlılar”
vb kullanımlarda
n
kaçınarak, “Türkler” gibi kullanımlardan bulunarak, Osmanlı devle
tinin çok dili,
çok dinli
,
çok etnili,
ve çok kült
ürlü yapısını göz ardı etmiştir.
 

2000’lerde Dünya – Fred Halliday

Görsel

Milliyetçilik, herkesin hakkında her şeyi söylediği bir retorik olduğundan Fred Halliday’in
kitabı, ortaya kapsamlı bir teori çalışması koymaktan ziyade, resme biraz daha geniş aç
ı ile
bakma fırsatı vermiştir. Bu bağlamda, Halliday, kitabına başlarken, milliyetçilik retoriği
tarafından şekillenen farklı hareketlerin, kültürel modellerin, devlet politikalarının ve diğer
projelerin bir tek teori ile açıklanamazlığı üzerine vurguda bu
lunmaktan kendini
alamamaktadır. Milliyetçilik, tek bir teori ile anlaşılamamakla birlikte birden fazla teori ile
anlaşılması mümkün bir olgudur.
Halliday, eserini on bölüm halinde hazırlamış, ilk bölümde Yirminci Yüzyıl’da dünyada
yaşanan dönüşümü ele al
mış, coğrafi değişiklikleri, gücün doğasının dönüşümünü, karşılıklı
bağımlılık olgusunu, yapılan ahlaki tercihler meselesini ve devletin rolünü ele almıştır. İkinci
bölümde Yirminci Yüzyıl’ın kısa bir tarihçesini okurları ile paylaşan Yazar, 1945 sonrası
d
önemi bir dönüm noktası olarak görmüş, çalışmasında Avrupa ve Avrupalı değerleri analiz
etmiştir. Yazar, üçüncü bölümde liberal reform hareketlerini ele almış, neo
antiemperyalizm
vurgusuyla yeni bir döneme işaret etmiştir.
Dördüncü bölüme savaş ve modern
lik arasındaki ilişkinin sorgulanması ile başlayan Halliday,
devletlerarasında mevcut bulunan savaş ihtimalini, askeri alanda yaşanan devrimi ve barış
olasılıklarını ele almış; beşinci bölümde ise küreselleşme ve getirdiği sıkıntıları okurları ile
paylaşmı
ştır. Bu bağlamda Yazar, çalışmasında tarihi, yaşanan istikrarsızlık durumlarını,
eşitsizlikleri, küreselleşme ile birlikte gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ve
modernleşme
eşitsizlik meselesini analize tabi tutmuştur. Altıncı bölüme Rusya, Çin ve
E
ndonezya örnekleminde demokraside yaşanan kırılganlık ile başlayan Yazar çalışmasını,
özgürlük ve demokrasiyi tehdit eden unsurlar ile sürdürmüş,
yedinci bölümü ise toplumda
meydana gelen değişim ve hakim güç olarak ABD ve hegemonyasını inceleyerek devam
e
ttirmiştir.
Sekizinci bölüme “Farklılığın Getirdiği Yanılgılar” başlığını atan Yazar, bilginin sosyolojisini
incelemiş, sınırları aşan milliyetçilik konusunu analiz etmiş,
öteki
kavramının yanlış
kullanımına vurguda bulunmuş ve yaşanan kültürel çatışmalar
a değinmiştir. Dokuzuncu
bölümde
yönetim
meselesini ele alan Yazar, onuncu ve son bölümde ise adil bir düzenin
temellerinin nasıl atılacağına, toplum adına ileri sürülen taleplere ve günümüzde gerçekleşen
aktörlük konusuna çalışmasında yer vermiş; çalışmas
ının giriş bölümünde ise tarihteki büyük
bir kırılma olarak 11 Eylül 2001 ve sonrasında yaşanan gelişmeleri ele almıştır.
Yazar, kitabında, ulus ve milliyetçilik konularını irdelemeye çalışmış, bunu yaparken de farklı
hareket ve siyasetlere ortak bir reto
rik getirerek tüm modern çağın şekillenmesine yardımcı
olan söylemsel oluşum üzerinde durmuştur. Milliyetçilik tartışmalarının içinde en önemlileri
olarak milliyetçiliği eski etnik kimliklerin devamı olarak görenler ile modern döneme ait
olarak görenler ol
duğuna işaret eden Yazar,
milliyetçiliği, “birçok farklı boyutu olan
söylemsel bir oluşum” olarak tanımlamış, kitabında milliyetçiliğin, modern döneme özgü bir
olgu olduğunun altını çizmiştir. Kitabında milliyetçiliği, sosyal dayanışma ve kolektif kimlik

oluşturmanın yolları olan etnisite ve hısımlık ile karşılaştırarak analiz ed

en Yazar, farklı
milliyetçiliklerin içeriğinin etnisiteye dayalı olabileceğini ancak etnisitenin, milliyetçilik
söylemi tarafından dönüştürülebileceğini, bu yüzden ne mevcut söylemin, ne de milliyetçilik
modellerinin açıklayıcısı olabileceğini ifade etmekt
edir.
Milliyetçiliğin geçmişten miras mı kaldığı ya da icat mı edildiği veya ilksel ya da inşa edilmiş
bir olgu olarak mı algılanıp algılanmayacağı üzerinde kafa yoran Halliday, cevap olarak
ilkselliğin gücünü ve önemini kaybetmeden inşa edilebileceğini,
yeni olabileceğini vermiştir.
Milliyetçiliğin modern devletin ortaya çıkışıyla bağlantılı olan bir tür siyasi topluluğun
oluşumunda nasıl bir rol aldığını inceleyen Yazar, kitabında milliyetçiliğin evrensel ve yerel
temaları arasındaki gerginliği ele almış
, vatandaşlığa dayalı veya etnik ulusal üyelik
anlayışları arasındaki farklılıklar
ve yerel olanın daha evrensel olanların göstergesi olarak
tanımlanmasıyla şekillendirilen değişimleri incelemiştir.
Milliyetçiliği, emperyalizm, sömürgecilik ve ekonomik kü
reselleşme ile beraber ele alan
Yazar, yerel milliyetçiliğin, ulus ve ulus
devletlerden oluşan bir dünyadaki yerine nasıl
bağımlı olduğu ve bunun tarafından nasıl şekillendiğini kitabında tartışmıştır. Milliyetçiliğin
birçok şekli olduğunu, bazılarının “te
hlikesiz” ve “iç rahatlatıcı” olduğu, diğerlerinin ise
“korkutucu” olduğunu ifade eden Yazar, sosyal bilimcilerin “iyi milliyetçilik”
veya
“vatanseverlik” ile “kötü milliyetçiliği” veya “şovenizmi” sanki faklı olgularmış gibi
algıladığından şikâyet etmekte
dir. Yazar’a göre bu, her birinin anlaşılmasını güçleştirmekte
ve benzer yönleri de gizlemektedir.
Milliyetçiliğin, başka şeylerin yanı sıra, Focault’un
“söylemsel oluşum” diye adlandığı bilincimizi şekillendiren bir konuşma biçimi olduğunu
ifade eden Hall
iday, milliyetçi söylemin, aynı zamanda daha çok konu ve soru doğurduğunu,
bizleri daha fazla konuşmaya ittiğini ve onun hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğini
sorguladığımız tartışmalara yol açtığını belirtmektedir.
Sosyal dayanışma ve kolektif kimliğe sa
hip bir topluluğa ulus tanımı getiren Yazar, ulus
oluşumunda milliyetçi söylemsel oluşumun devreye girdiğinden bahsetmektedir. Sosyal
dayanışma, kolektif kimlik ve bunlarla bağlantılı sorularla ilgili bir tür düşüncenin, milliyetçi
kendini tanımlama ve mil
liyetçi isteklerin başkaları tarafından kabulünde çok önemli bir rol
oynadığının altını çizen Yazar, Anderson’un “hayali cemaatler” kavramına referansla, kolektif
kimlik ve sosyal dayanışmanın, milliyetçilikle özdeşleştirilen farklı hayal edilme şeklinin
a
nlaşı

lmasının oldukça önemli bir rolde olduğunu vurgulamaktadır

Çalışmasını, ağırlıklı olarak millet ve milliyetçilik konuları üzerine inşa eden Halliday,
milletin unsurları olarak, toprağın, nüfusun ve her ikisinin sınırları; ulusun bölünemezliği;
egemen
liğe sahip oluşu ve diğer uluslarla resmi eşitliği; meşruiyete sahip oluşu; kolektif
olaylara halkın katılımı ve milli üyelik esaslarına göre seferber edilmiş bir nüfusu; ulusun
üyelerinin koşulsuz katılımı; kültür birliğine sahip oluşu; bir tarihsel/zaman
sal derinliğe ve
ortak nesil ve ırk özelliklerine sahip oluşu ve belli bir toprakla tarihe ve kutsal bir bağa sahip
oluşunu saymaktadır. Yazar bu saydıklarını, millet retoriğindeki en önemli özellikler olarak
ifade ederken, bunları en önemlileri olarak gör
mektedir. Önemli olanın ise birkaç özelliğin bir
araya gelmesiyle
oluşan modeller

olduğuna vurgu yapmaktadır

 

~ Kaynak: http://yusufsayin.com.tr